LİKYA YOLU - BİR GEÇKİN GEZGİNİN NOTLARI


13 Aralık 2007 Perşembe

Sonunda Adalet Bakanlığı Antalya’daki Kundu Kampına müracaatımızın olumlu yanıtı geldi. Artık karım ve oğlum da bu kampın sunduğu güzelliklere tanık olacaklar. Bu arada National Geographic’in Ağustos sayısının ilanında Likya Yolu’nun haritasını ek olarak verdiklerini gördüm. Hah, dedim tam zamanı; kesin Antalya ve çevresindeki gezilip görülecek yerleri gösteren bir harita bu. Zamanlama çok iyi. Biz 18 Eylül’de Antalya’da olacağız, o zamana kadar çocukları gezdirecek yerlerin bir programını bu haritanın da yardımıyla çıkarırım.

Dergiyi alınca biraz hayal kırıklığına uğradım. Harita yalnızca Antalya’nın batı bölgesini kapsıyordu. Harita da Likya’lıların ve onlardan sonra gelen uygarlıkların Fethiye Antalya arasında kullandıkları yolu keşfediyordu. Bu çalışmayı, uzun zamandır Türkiye’de yaşayan 1947 doğumlu, doğa aşığı bir İngiliz hanım gerçekleştirmişti. İşin güzel tarafı yolun işaretlenmiş olmasıydı. Neyse yazıyı okudum ve yazının yönlendirdiği web sitesine girip biraz daha bilgi alınca içimde bir şeylerin kıpırdadığını fark ettim. Bir dürtü, bir çağrıydı bu sanki...

Biraz daha konuyu incelemeye başlayınca kesin kararımı verdim: Bu yolu yürüyecektim, hem de 509 kilometrenin tümünü. Önce 3 Ekim’de yol işaretlemesi yapacak grupla bu işe girişmeyi düşündüm. Ama, ruhumun derinliklerinden bir ses bunun yalnız başına gerçekleştirilmesi gereken bir macera olduğunu vurguluyordu. Hem sonra diğerlerine ayak bağı olmam tehlikesi de vardı. Ben böyle bir işe ilk defa kalkışıyordum. Tamam iyi bir yürüyüşçüyüm ama çok deneyimsizim. Ayrıca fotoğraf çekmek de benim bu yürüyüşteki esas amaçlarımdandı. Her beni okşayan görüntüde durup fotoğraf çekecektim, ki bunların sayıca çok olacağı kanısındayım. Eh, böyle olunca benim her duruşumda diğerleri sızlanacak ve bunda da çok haklı olacaklardı.
Evet, bu iş yalnız başına gerçekleştirilecekti.

Doğa yürüyüşleri ile ilgili ufak bir araştırma yaptım. Bulundurulması gerekli malzemeler ve yürüyüş sırasında yapılması gerekenler hakkında bilgiler topladım. Sorun görünmüyordu. Tek sorun maddi olanıydı. Malzeme tuzluya malolacak gibi görünüyordu. Yavaş yavaş toparlamaya başladım. Kimi taksit, kimi peşin. Tabii kaliteden kaçmak zorunda kaldım. Kaliteli malzeme ağırlık açısından çok daha avantajlı idi. Ama bu ekstra ağırlığı göze almak zorundaydım.

Kampa gitmeden malzemeleri toparladım ve sırt çantasına yerleştirdim. Ağırlık beni şok etti; Kate yazısında kadınlar için 10, erkekler için ise 15 kilodan fazla olmamasını vurguluyordu. Tabii, eminim kendi cüssesine göre bu hesapları yapmıştı. Kate’i Antalya’da görünce bu daha da net olarak ortaya çıktı. İri kıyım ve en az 1.85 boyunda. Onun için 10 kiloluk ağırlık benim için de en fazla o kadar olmalıydı. Fakat Ankara’ya döndüğümüzde ne yaparsam yapayım ağırlığı bir türlü düşüremedim; taşımam gereken ağırlık 22 kilo civarındaydı. Neyse, bakalım yola bir çıkalım neler olacak.

1 Eylül 2005, Cumartesi

Dün sabah bir saat onbeş-otuz dakika tam yükle ODTÜ ormanında talim yaptım. Çok zorlandım sayılmaz. Hiç dinlenmeden bu süreyi tamamladığımda biraz dizlerim titriyordu ama çok kısa zamanda geçti. Üstelik kafamda belirlediğim mesafeden daha fazlasını yürümeyi başarmıştım. Tamamdı, bu iş tüm zorluklarına rağmen gerçekleşecekti. Artık otobüsün hareket saatini, biraz daha artan heyecan ve gerginlikle beklemek kalmıştı.

Otobüsün kalkışına az kaldı. Oya’m ve oğlum da beni uğurlamaya geldiler. Son üç gündür için için beni kemiren gerginlik otobüsün hareket saati yaklaştıkça azalmaya başladı. Sanırım bilinmeyen beni biraz ürkütüyordu. Ama belki de işin güzelliği bu, her an ne ile karşılaşacağının gizemi insanı hem geriyor hem de müthiş bir keyif veriyor. Tabii bir de bu işi yapabilecek miyim şüphesi taşıyor insan.

2 Eylül 2005, Pazar

Yol boyunca uyudum. Sabah 6.30’a doğru uyandığımda Fethiye’ye çok az kalmıştı. Tan yeri ağarmaya başlarken hiç te hoş olmayan bir görüntüyle karşılaştım; gökyüzü ağzına kadar doluydu ve yağmur her an boşalabilirdi.

Garaja girdiğimizde tek tük damlalar inmeye başladı. Bu Fethiye, benim 24 yıl önce tanıştığım Fethiye’ye hiç benzemiyor. Her turizm açısından gelişme gösteren sahil kentimizde yaşanan çirkin yapılaşma burayı da bozmuş. Deniz görünürde yok. Ölüdeniz dolmuşuna bindim ve Sultan Motel’e yerleştim. Burası aynı zamanda maceramızın başlangıç noktası olacak.

Motele yaklaşırken ev sahibim beni pek te hoş olmayan bir şekilde karşıladı; hırlayarak ve üstüme her an hücum tehditiyle. Tahmin edileceği üzere biraz panikledim. Hemen köpek kovucumu çıkardım. Aha, iş görüyor... Fakat galiba bir hata yaptım. O geriledikçe ben üzerine gittim. Bu onun savunma dürtüsünü daha fazla harekete geçirdi. Tamam üstüme saldırmıyordu ama ilk andaki gibi de geri çekilmeye pek yanaşmıyordu. Çakılıp kalmıştım. Neyse ki otelin aşçısı o sırada uyanmış barın yanında bir şeylerle meşguldü. Köpeğin tavrından da hiç şikayet eder görünmüyordu. Biraz tilt oldum...

“Arkadaşım çağırsana şu hayvanı!..”

uyarım üzerine sonunda sevgili Dost’u çağırdı. Evet, ev sahibimizin adı Dost’tu. Aslında sonradan anladım ki gerçekten dost ve aynı zamanda çok söz dinleyen müthiş bir kurt; evet, gerçek kurtla kurt köpeği kırması. Neyse, odaya yerleştim.

Ovacık

Yürüyüşe yarın başlayacağım için elimde bütün gün vardı. Bunu, yıllardır görmeyi arzuladığım, Kayaköyü ziyaret ederek değerlendirmeye karar verdim. Biraz Ural’la (aşçı) takıldıktan sonra aynı zamanda antrenman olması açısından yayan yola koyuldum. Yağmur her an için boşanabilir. Hisarönü’nde bir kızcağız devam etmememi öneriyor. Yolun uzun ve saklanacak bir yerin olmadığını söylemesine rağmen ben gülümseyerek ve kendimden emin bir şekilde, “Buluruz bir yer...” diyerek devam ettim. Aklımdan geçen, her tarafın orman olması ve bu kadar sık ormanlık bir alanda yağmurun beni pek fazla ıslatamayacağı idi. Ne büyük hata...

Daha bir-iki kilometre gitmeden yağmur şiddetini arttırdı. Ama şanslıydım, sağ yanımda bir mezarlık vardı ve girişinde de üstü kapalı bir apteshane. Hemen oraya sığındım. Belliydi böyle olacağı, dinmek bilmiyor. En az 45 dakika orada dikildikten sonra baktım kök salacağım, yağmur da bayağı azalmış, haydi devam...

Kesinlikle aleyhimde bir komplo var. 10-15 dakika yürüdükten sonra yağmur hızını artırdı. Bu arada, muhteşem bir görüntüyü fotoğraflayamadan yola devam etmek zorunda kaldım, zira ışık çok yetersizdi. Bir kafa büyüklüğündeki kayanın ortasından fışkırmış mor bir güzellik. Üç ayak doğa fotoğrafçılığı için kesinlikle olmazsa olmaz bir malzeme. Neyse, saklanacak ilaç için bir tek yer yok. Sen oranın yerlisini dinlemez misin, ıslan da gör bakalım. Koşmaya başladım. Bir iki araç yanımdan geçti, mahcup tazeyim ya, el kaldırmadım. Hem koşuyorum hem de gözlerim fıldır fıldır saklanacak bir yerler arıyor. Her taraf çam ağacı... Sonunda bir virajın köşesinde bir incir ağacı gördüm, hemen altına sığındım. O kadar çamın arasında bir vaha gibi.Yapraklarının biraz daha enli olması biraz olsun yağmurun etkisini azaltıyor ama ne fayda yağmur beni haklamaya devam ediyor. Bu arada mahcupluğu terkedip geçen bir iki araca el kaldırdım. Sağolsunlar (!) durmadan geçtiler. Ulan, dursanıza acayip yağmur var işte, görüyorsunuz. Yok, gazla git. Şansıma çok beklemeden beyaz atlı bir prens geldi de kurtuldum. (Dolmuşlar beyaz ya...)

Dolmuşla Kayaköy’e ulaştıktan sonra hava biraz sakinledi gibi. Gerçi çevredeki dağların zirveleri simsiyah ve arada şimşekler çakıyor. Ben yine de ya herro ya merro diyerek antik harabelere daldım. Paralıymış: 2 TL. Yalnız şimdi düşünüyorum da durum gerçekten çok komik. Nasrettin Hoca’nın mezarı gibi, harabelere girebileceğin tonla yer var yalnızca bir noktaya Kültür ve Turizm Bakanlığı bir ücret ödeme kulübesi koymuş ve ben bütün o diğer girişlerden değil de o sokaktan girdim harabelere.

Kaya Köy

Köyün yarısını gezebildim. İlk girişte eskii bir kiliseyi gezdim. Birkaç tepenin eteklerine kurulmuş bir köy. Kendime bir güzergah saptamak için tepelere doğru şöyle bir göz gezdirdim. İki tepe saptadım, üzerlerinde kubbeli birer yapı var. İlk önce daha yakın olanına tırmanmaya başladım. Şu haliyle çok cazip bir köy değil. Ama onarılıp yerleşime açılırsa harika bir köy olacağı kesin. Tepeye yaklaştıkça dikkatli olmam uyarısı rüzgar tarafından sık sık kulağıma fısıldanmaya başladı. Sonunda biraz zorlanarak ta olsa tepeye ulaştım. Tek göz bir yapı. Sanırım eskiden gözetleme kulübesi olarak kullanılmış. İki dağın arasından muhteşem bir deniz görüntüsü var. Bu yüklü bulutların kararttığı ortamda daha da gizemli bir havaya bürünüyor. Otur, kur hayallerini. Git gidebildiğin kadar gerilere. Korsanları gözle, düşman gemilerinin gizlice kıyıya yaklaşmalarını tespit et. Hah, haaa... Öyle sansınlar bakalım. Onlar köye yaklaşana kadar savunma hatlarımız çoktan yerini alacak ve hepsinin tozunu attıracağız... Güne gel, Rüştü. Uçtun yine. Rüzgarda denge sağlamak oldukça güç. Şiddetini anla artık. Fotoğraf çekmemi güçleştiriyor. Bu denemeler iyi sonuç verir dilerim. Bu hava koşullarında bugüne kadar çektiğim fotoğrafların büyük bir çoğunluğu beni hayal kırıklığına uğrattı. Eksik bir şeyler yapıyorum ama ne? Gerçekten muhteşem bir görüntü. Köyün gezilecek daha çok yeri var. Başladım inmeye, baktım turist grubuyla çekim yapan bir TRT ekibi. Her an için ünlü olabilirim. Kayaköy’le ilgili tüm belgeselleri izlemek gerek.

İleride büyük bir kilise var. Ona yöneldim. Yolda keçilerini arayan bir teyzeyle iki lafladık. Bana yolu tarif etti ama aşağıdaki esas gezi yolundan neden gitmediğimi de merak etti. Köye yerleşen pek yok. Bir iki hane onarılmış. Bu teyze de onlardan birinde oturuyor. Köy kalıntılarının dışında bayağı bir yerleşim var. Burayı uğursuz saydıklarından yerleşmiyorlarmış. Ortalık yeniden iyice karardı. Hedefime ulaşma fikrinden vazgeçtim, gördüğüm kadarı beni tatmin etmişti. Hemen anayola çıkıp bir kahveye daldım.Sahibi olan hanım 1970’li 80’li yıllarda Keçiören’de oturmuş. İşbilir bir hanıma benziyor. Kulak misafiri olduğum kadarıyla bayağı da bir mal varlığı kalmış atalarından. Eh, bizim oğlana verecek bir kızı vardır herhalde (!..)

Beş dakikaya kalmadı gök delindi. Öyle böyle değil, sel götürüyor her yanı. Kahvenin önündeki yolun yarısı dere oldu. Bir saatten fazla sürdü... Sanki durmayacak gibi geldi. Bir ara yavaşladığında şansıma bir dolmuş geldi ve hemen atladım. Hisarönü’ne geldiğimizde durum feciydi. Akan selin dükkanların içine girmesine ramak kalmıştı. Ölüdeniz yolunda indim. Oradan motel yakın. Ara ara durup bir yerlere sığınarak, ara ara koşarak ve tabii ıslanarak motele ulaştım. Sevgili Dost beni yine “dostane” bir şekilde karşıladı. Herifler bir şey yapmadan bakınıyorlar. “Arkadaşlar çağırsanıza şunu, yahu!..” demesem kılları kıpırdamayacak.

Ekiple tanıştık. İşletmeci Levent Bey, arkadaşı Haluk Bey ve aşçı Ural Bey. Biraz onlarla oturup odaya çekildim. Şimdi balkonda oturmuş bunları karalıyorum, hem de güneş altında (!..) Şaşmamak elde değil. Sanki farklı bir dünyaya ışınlandım, sel götüren o dünya yok oldu.

Kahveye çağırdılar. Akşama fırsat bulursam devam. (15.10)

(17.15)
Yine odamdayım. Son kez yolu bir inceliyorum. Yine heyecan bastı. Kitaptaki yön tarifleri, haritayı okumadaki deneyimsizlik kafamı karıştırıyor. Aman beee... Bir şekilde çözerim ben bu işi. Arada sırada kaybolmak, tamam, olası ama bu da işin tuzu biberi. Eh, hiç kaybolmadan sona ulaşırsam herhalde rekor olur. Yine atıştırmaya başladı, ama öncekiler gibi değil. Sanki son yükünü de boşaltıp yola koyulacak gibi... Durdu işte... Güneybatıda bulutlar iyice dağılıyor, güneş zor da olsa göz kırpıyor.

Sultan Motel’deki odamın balkonundan görünüş

(22.35)

Yeni dostlarla yemek ve bir iki kadeh sonrası...

Üstteki yazıyı yazdıktan sonra bu işin tek çözümü olabileceğine karar verdim: Malzemesiz ilk etabın bir bölümünü yürümeye karar verdim.İlk anda yanlış bir yola saptım. Bu kadar da olmaz diyerek geri döndüm. Ve işte o anda yol işaretlerini gördüm. Nasıl oldu da buna daha önce dikkat etmemiştim.

Herşey birden basitleşti. Sık aralıklarla işaretler var. Oh beee!... Nasıl rahatladım tahmin edemezsin. Her dakika artık benim lehime işliyor. Bir süre yürüdükten sonra yaşlıca bir İngiliz çiftle karşılaştım. Şeker insanlar. Biraz sohbet ettikten sonra yola devam ettim. Daha ileride bu sefer genç bir çiftle konuştum. Yaptığımı anlatınca oğlan beni uyardı, “Bence fazla ileriye gitme zira gün batmak üzere”. “Haklısın”, dedim ve bir süre daha yürüdükten sonra baktım kendime güvenim artıyor, zira işaretler çok kolaylaştırıyor işi, ve geri dönmeye karar verdim.

Dönerken gençler hala onları gördüğüm yerde idiler. Günbatımını görüntülemek için bekliyorlardı. Konum gerçekten çok uygundu. Ben de onlara katıldım. Başladık koyu bir sohbete. Oğlan bayağı profesyonel fotoğrafçı çıktı. 10-15 dakika sohbetten sonra beklenen anlar geldi. Harika bir günbatımı izliyoruz. Tabii bir yandan oğlan, bir yandan eşi ve bir yandan da ben deklanşörleri çalıştırmaya başladık... Bu günbatımlarının büyüsünden nasıl kurtulacağım?.. Kurtulmak isteyen mi var ki!..

Ölü Deniz’de gün batımı

Herşey çok güzel...

Motele döndüğümde Levent’in kızkardeşi ve eşi de oradaydı. Biraz sohbet, tabii merak ediyorlar. Bu arada, Haluk bayağı moral veriyor!.. Neler olumsuz olarak gelişebilir, ne gibi sorunlarla karşılaşırım; hep bu minvalde konuşuyor. İşi gırgıra vurdum. Bu yaştan sonra başkalarının olumsuz tavırları ile yaşamımı yönlendiremezdim ya...

Ural mangalda balık pişirdi... Soğanlar, biberler... Ortada nefis bir salata... Afiyetle birkaç kadehin eşliğinde bunları mideye indirdikten sonra ben odama çekildim.

Yarın herhangi bir saate görüşürüz.

İyi geceler...


*****

04.10.2005

Dün sabah bir iki zeytin ve bir iki lokma peyniri bir dilim ekmekle yedikten sonra “Dost”la vedalaşıp 07.45’te yola koyuldum.

Çok keyifliyim ancak fazla yükün sorun yaratabileceği de aklımın bir köşesinde. Neyse, yavaş yavaş Babadağ’a tırmanmaya başladım. Her adımda sarı sıcağın (Yaşar Kemal Usta’nın güneş tanımlaması) gölgede olan Belceğiz Körfezi ve Ölüdeniz’i aydınlatmasıyla görüntü muhteşem olmaya başladı. Deliler gibi fotoğraf çekiyorum. Görüntüler neredeyse aynı, ama tutamıyorum kendimi. Yaşadığım mutluluğu ve keyfi sanki o görüntülerle bir dolu insanla paylaşıyorum. Bu gidişle yanımdaki filmler bu yolculukta çok yetersiz kalacak.

Baba Dağ’dan Ölü Deniz

Yolda çoban olduğunu düşündüğüm birisiyle karşılaştım. Daha doğrusu beni solladı geçti. Yarım saat sonra geri dönüşünde tekrar karşılaşınca durdurdum. Faralya’ya ne kadar yolum kaldığını sordum. Düşündü, “Benim adımla 3500 adım çeker, eh 4000 adım sonra ulaşırsın” dedi. Teşekkür edip yola devam ettim. Fena değildi, düşündüğümden daha kısa sürecekti ilk etap.

Bayılıyorum bu taşra insanlarına... Şu kadar adım, bu kadar şu... Ulan nedir bu metre, kilometre veya saat olarak... Niye gariban kentliyi aldatırsın... De ona ki senin işin zor anam, üç beş saat sürer senin oraya ulaşman...

Babadağ tırmanışı etabının tepe noktasına ulaştıktan sonra tek tük yaşam belirtisiyle (yani insan... ) karşılaştım. Dağın başında villa inşaatı... Devam... İki dakika geçmedi yolu kaybettim. İşaretler karman çorman. Birden fazla işaret var. Tamam Kate’in işaret yöntemi muhteşem, yolu kaybetmen mümkün değil, ama gel gör ki işaretler yerinde değil. Bir şekilde kaybolmuş...

Kızgın bir şekilde yokuşu tekrar tırmandım... Tam tepeye ulaşmışken yaşlı bir çiftle karşılaştım. Onlar da arayış içinde idiler. Ama onlar daha rahattı çünkü onların benim gibi sırtında 20 kilonun üstünde yük yoktu. Onlara yol işaretlerin kaybolduğunu ve ortadaki tek yol olan şoseyi takip edeceğimi söyledim. Onlar denemek istediler ama çok kısa bir zaman içinde şosede buluştuk. Onlar da yolu bulamamışlardı. Avustralyalı olduklarını öğrendiğim bu güzel insanlarla bir süre birlikte yürüdük. Sırf bu yolun, hiç olmazsa bir bölümünü, yürümek için taaa Avustralya’dan buraya gelmiş bu insanlar. Biz ise bu güzelliklerin farkında olmadan yaşayıp gidiyoruz... Şaşılacak bir şey, binlerce kilometre yol katet ve burada yürüyüş yap... Harika... İşte budur bence dünyayı ve dünyalıyı tanımak...

Bir süre sonra bir çeşmede onlara veda ettim...

Yolda karşıma çıkmasını beklediğim köyler (Kızılağaç ve Kirme) ya benim beklediğim tarzda köyler değil ya da ben bu köyleri es geçtim. Ama sanırım kafamda oluşturduğum tarzda köyler değil. Dağınık birkaç ev o kadar... Bunu Faralya’ya gelince anladım... Bildiğim köylerle hiç alakaları yok.

Arıcılar

Arıcıların fotoğraflarını çekip yola bir süre devam ettikten sonra alakasız bir şekilde devlet çalışanları ile karşılaştım, TEK’çiler, bir gün önceki fırtına sonrası zarar görmüş elektrik santralları ve telleriyle uğraşıyorlar. Selamlaşıp, kolay gelsin diyerek yola devam ettim. Basit bir kolay gelsin dileğim yarım saat sonra yolda duran bir jipin bana “Gideceğiniz yere kadar götürelim, buyurun”la sonuçlanması beni çok mutlu etti. Kendilerine teşekkür edip, bu yolu yürüyerek katetmem gerektiğini dile getirdim. Vedalaşıp ayrıldık... İşte benim insanım böylesi güzel... Bir ver bin al...

Devam... Yolda bol bol kaplumbağa ile karşılaştım... Yahu ne güzel yaratıklar bunlar... Yalnız ilk karşılaşmam çok hoş oldu ... Doğanın o güzel sessizliği içinde birden tak tak tak diye biteviye bir ses duymaya başladım.. Doğa insanı olmadığım için biraz ürktüm önce.. Biraz duruyor sonra devam... Bilinmeyen bir şey.. Yavaş yavaş sese doğru ilerledim. Sonunda o muhteşem güzelliği buldum. İki kaplumbağa çiftleşiyordu... Ses o çiftleşmenin sesiydi... Hemen makineme sarıldım ama otlardan onları doğru dürüst görüntüleyemedim. Ama sırasını beklemek üzere heyecanla gelen bir başka erkeği fotoğraflayabildim.

Devam... Yolu ikinci kez kısa süreliğine kaybettiğim sırada uzaktan da olsa çok sevimli bir sincap gördüm... En son İngiltere’de doğal ortamlarında görmüştüm sincapları... Harikaaaa.... Müthiş bir keyif... Yahu bunun anlamını dostlarım dahil kaç insan anlayabilir acaba? Kızmayın dostlarım, sadece bilmek istedim... Kısa bir bocalama yaşarken, şu şansa bakın ki, bir kişi ile karşılaştım (düşünün burası gerçekten dağ başı, belki günlerce bir insanla karşılaşamazsınız). Ve de karşılaştığım insan bir Alman. Neyse bu dostla doğru yola yöneldik... O daha dinç bastı gitti. Bende artık pil tükenmeye başladı. Çektiğim fotoğraflar dilerim net çıkar, zira yorgunluk nedeniyle vücudumu tam anlamıyla kontrol edemiyorum, ellerim titriyor

Değirmen Otel

Sonunda Faralya’nın evleri göründü, ama bir türlü yaklaşmıyor keratalar. Ha gayret Rüştü... Az kaldı... İşte nihayet birisini yakaladım; Değirmen Otel. Güzel bir fotoğraf çektikten sonra sırt çantamı basamakların başına bırakarak yukarı tır-man-dım. Yer varsa ve fiyatı uygunsa kalmayı düşünüyorum. Fiyat fena değil ama yer yok... Otel çok güzel... Başka seçenek yok Kate’in önerdiği George House’u bulmam gerek...

Neyse, biraz daha yürüdüm ve George House’a doğru son bir çaba... Perişan bir durumdayım. Aşırı derecede yoruldum... Yolda bir asma üzerindeki üzümler gözüme ilişiyor. Kendime, oğlum arsızlık etme ufak bir salkım kopar diyorum... Sabah kahvaltısından bu yana bir şey yemedim. Bu da benim saçmalığım. Neden? Hava kararmadan bir yere ulaşma korkusu... İşte bu deneyimle sanırım bunu aştım. İlla ki bir yere ulaşmak zorunda değilim. Olamaz böyle bir şey... Yiyecek herhangi bir şey bu kadar mı lezzetli olur... İnsanoğlu ancak aç kaldığı zaman gerçek değerleri anlayabiliyor...

Az ileride bir popo görüyorum... Tabii bir centilmen olarak görmemezlikten geliyorum... Bir yürüyüş grubundan genç bir çift geride kalmış ve kız indirmiş donunu yapıyor işini. Hem gülüyorum hallerine hem de sanki bir şey yokmuş gibi davranıyorum.

Sonunda geldim... George House... Genç bir Türk çiftle karşılaşıyorum. Sahiplerden kimse yok görünürlerde. Onlar da Kate’in söz ettiği Hasan Beyi bekliyorlar. Selamlaştıktan sonra oturuyorum bir yere ama tepemde bir çardak ve tonlarca (!) üzüm gözüme ilişiyor... Az önce kursağımda kaldı ya hemen yandaki merdivene tırmandım ve büyükçe bir salkım kopardım... Aman ne lezzet...

Biraz sonra bir çift Kelebekler Vadisi tarafından oturduğum masaya doğru yaklaştı. Başladık konuşmaya. Şeker insanlar. İsrail’lilermiş. Hoş bir sohbetten sonra ben bungalovuma yerleştim.

Pansiyon çok güzel ama biraz ilkel... Ben de sosyetik olduğum için duş konusunda ikircimli kaldım. Duşlar bahçede... Bugün öğlen belki yaparım. Havluyu da ev sahibinden istemek zorundayım zira o konuda hiçbir şekilde önlem almamışım.

Kelebekler Vadisi

Yerleşip biraz soluklandıktan sonra Kelebekler Vadisi’ni ve çevreyi tepeden, hemen hemen kuşbakışı, görecek bir noktadan içime sindirmek üzere odamdan çıktım. Aşağı inmek için ruh halim uygun değil. Çok yorgunum ama tatlı bir yorgunluk. Belki yarın denerim. Günbatımı yaklaşıyordu. Teras denilebilecek bir noktaya ulaştığımda yavaş yavaş insanlar damlamaya başladı. Kiminin elinde bir içecek, kiminin elinde bir fotoğraf makinesi... Herkes bir noktaya yerleşmeye başladı. Ne kadar çok romantik varmış meğer!..

Biraz sohbetten sonra o muhteşem uzatılmış an geldi çattı. Bu günbatımı neden beni bu derece büyülüyor anlamıyorum. Çılgınlar gibi artarda fotoğraflar çekiyorum. Diğerleri de öyle... Demek yalnız ben değilim büyülenen.

Faralya’da Günbatımı

Kahvaltı öncesi yazdım yukarıdakileri. Şimdi sıra kahvaltıda. Görüşürüz...

Kalanlarla iyi anlaştık. Çoğu şeker insan. Bir İrlandalı, Kate Fennell. Belgesel yapımcısı, müthiş keyifli bir insan. Çok yaşamış, görmüş biri. Everest’e bile tırmanmış. Kolay diyor, her tarafta yol işareti varmış. Kaybolmak olası değil. Rehber bile kullanmamışlar. Tabii ki zorlu tırmanış yerleri varmış, örneğin K2 gibi.

Üç Avusturalyalı. Bunlardan ikisi kızkardeş ve arkadaşları. Kendi çaplarında eğleniyorlar. Bir tanesi Nicky’nin eşi, ama sanki hiç birbirleriyle ilgileri yok gibi. Hatta iki gün sonra Nicky tek başına İngiltere’ye döndü eşi tatile devam. Josh iyi bir çocuk, avukat. Hoş sohbet. Belçikalı olan kız biraz daha diğerlerine göre olgun ama tanıdığım Belçikalılara göre çok sevimli ve güleryüzlü bir kız. Ve ben. Odalarda kalanlar bunlar. Daha önce söylediğim gibi bir de kendi çadırlarında konaklayan genç bir Türk çift var.

Yemekler çok güzel ve bol kepçe ama bir problem var; yer sofrası. Aslında çok hoş bir ortam, bir de rahat oturmayı becerebilsek. Neyse bir şekilde sohbetle karışık yemeği yedik.

O gece, gündüz yaptığım zorlu yürüyüşten sonra eşyalarımın fazlalığına karar verdim. Bugünkü yürüyüşümde beni perişan etti. Bu nedenle çadırda konaklama planlarımdan vazgeçtim. Çadırla beraber bazı kamp malzemelerini kargo ile geri göndermeye karar vererek erkenden yattım. Sabah ilk kalkan bendim. Oturdum bunları karalıyorum. Ara vere vere bugünkü son noktayı koyacağım.

Kahvaltıya sırf Kelebekler Vadisi’ne inmek üzere gelen bir grup yabancı ile oturduk. Sonradan rehberleri olan arkadaşla biraz sohbet etme fırsatı yakaladım. Bayağı tiyolar verdi. Biraz nazlı da olsa... Kahvaltıdan sonra otostop çekmeğe başladım. Doğru dürüst bir araç geçtiği yok. Neyse bir tane geliyor işte... El kaldırdım durdu. Bir Alman... Bu civarda zaten yerliler dışında pek Türk’e rastlayamadım. Beni Fethiye’nin içine kadar götürdü. Kargoya ancak dolmuşla ulaşabildim. Kolay oldu. Bu işi hallettikten sonra bu sıcak ve kalabalık kentte fazla kalmak istemedim. Ancak Faralya dolmuşunu iki dakikayla kaçırdığımı öğrendim. Galiba bu son dolmuştu, en azından birkaç saat için. Ben de fırsattan istifade biraz gezeyim dedim. Derli toplu güzel bir kasaba Fethiye. Tabii feci yapılaşma var ama merkez düzenli. Limanda bir kahvede enfes koca bir bardak nar suyu içtim. Yıllardır ağzıma koymamıştım. İlaç gibi geldi. Niye böyle söylediysem, ilacı da hiç sevmem ki... Çok lezzetliydi... Bugün buranın pazarı. Aynı Turgutreis’teki gibi, fakat en az üç misli büyük ve o kadar da kalabalık. Biraz gezeyim dedim, bunalıp kaçtım

Bu arada canımı aradım. Ayağımdaki sorundan bahsedince sağlık ocağına bir görünmemi önerdi. Aslında haklı, yolum uzun. Sorun büyümeden müdahale etmekte yarar var. Gittim, öğle tatiline girmişler. Ne yapalım, bekleyeceğiz. Bari bu fırsattan yararlanıp biraz serin bir yer bularak soluklanayım ve işte buldum ve bu satırları kaleme alıyorum. Yanımdaki banka tam bir sapık oturdu. Pislik bir tip. Tam karşıda yaşlı, en az 70-75, bir İngiliz oturuyor. Herif iyice azmış, ona sarkıyor. Lanet olası yaratık... Sonunda avucunu yaladı...

Hava acayip sıcak. Benim de ayağımda yün çorap ve bot, üstümde kalın uzun kollu bir gömlek ve bu da yetmiyormuş gibi cepleri tıka basa dolu bir avcı yeleği. Neysi ki altımda şort var! (Heh, heh, heee!..) --- 12.30

*****

06.10.2005 – 17.15

Şu anda Gey’deyim. Antik adı Sydima. Muhtarın evinde kalıyorum

Faralya’dan sabah yola çıktığım andaki görüntü

Faralya’dan dün sabah erkenden (08.00-!!!) yola çıktım. Ayaklarımdaki sorunlar artıyor. Dört tırnağım kan topladı. Fethiye’de göründüğüm doktor fazla ilgilenmedi. Ben en sevimli halimi takınmama rağmen biraz mesafeli davrandı. Fazla ilgilenmedi. Ayağımdaki ağrının ayakkabıdan kaynaklanabileceği ve ciğerlerimdeki ağrının da terlemekten olabileceğini söyleyip ağrı kesici ve bir ilaç daha yazdı şimdi hatırlamıyorum. Bu arada bu ciğer olayını Oya’cığa söylememiştim. En yakın eczaneden ilaçları aldım. Aslında benim de işime gelmedi değil. Oradan ayrıldıktan sonra bir şeyler atıştırdım. Baktım Faralya dolmuşuna daha çok var, bu sıcakta burada da beklenmez. Bari Ölü Deniz’e kadar dolmuşla sonra yürüyerek veya otostopla Faralya’ya giderim düşüncesiyle dolmuş kuyruğuna girdim. İçimden Ölü Deniz’e gitmek hiç gelmiyor, çünkü o anımsadığım güzelim sahili yaşamaya devam etmek istiyorum. Ama ne çare... Tam düşündüğüm gibi; turist tuzağı bir betonlaşma. Yazık!.. Hemen uzaklaştım oradan. Güneş te indiriyor be babam!.. Yürü bakalım Rüştü... Ne gelen var ne de geçen. Yürü ha yürü... Piştim... Bayağı da bir yolmuş!.. Hele bu sıcakta... Nihayet George House göründü. Sakin ve keyifli bir ortamda yine bir gün önceki gibi gün batımına aşkımı tazeleyerek günü döndürdüm. Akşam yemeği katılımcıları düne göre farklıydı. Biz dünküler yine birarada yemeğimizi yedik. Sabah yola çıkacağım için erkenden yattım.

Kahvaltı bitti. (Hesap: İki gece konaklama, kahvaltı ve akşam yemeği = 35 lira. Harika...) Haydi bakalım yola. Daha yola çıkar çıkmaz yolu kaybettim. Bravo Rüştü!.. Anayol olduğu için dalmış gidiyorum. Bir ara bir baktım işaret mişaret yok. Üstüne üstlük bir de yol ayrımına gelmez miyim... Düşün düşün çıkamıyorum işin içinden. Sol taraf kesin anayol, ama bu arada da sağ tarafa yönelirsem belki yürüyüş yolunu yakalayabilirim diye düşünüyorum. Sağa gitmeye karar verdim. Anormal bir iniş. Dilerim doğru yoldayımdır. Bu yokuş çıkılırsa adam ölür yahu... Olsun kaybolduysam kayboldum. Burası da harika.

İşte o villa yolundan görüntü

Biraz sonra yolun yazlık bir evin yolu olduğu ortaya çıktı. Bu arada bayağı da inmiştim aşağı. Nasıl döneceğim ve bu yokuşu çıkacağım? Anam anam, ayvayı yedim... Sıkıntılı bir şekilde geri döndüm. Yükümü azaltmış olmama rağmen bu yokuşta yine de beni zorluyor. Bacaklarım da ciğerlerim de isyan ediyor. Yuh be, daha günün ilk saatleri... Sonunda tekrar ana yola çıktım. Şu anda buradan Kabak yakınlarındaki ilk işaretleri yakalayana kadarki bölümü hiç anımsamıyorum. O sıralarda nasıl bir ruh hali içinde idiysem... Belleğim silmiş o arayı. İlk işareti gördüğüm anda hemen canlandım. Ayaklarım ağrısa da görüntü beni hızla içine çekmeye başladı. Mükemmel bir manzara. Kabak koyu ne güzelsin sen. İşte yaşam...

Kabak Koyu

Aşağı indiğimde plajın hemen üstünde üstü kapalı bir platformda yükü indirdim ve hızla soyunmaya başladım. Gömlek dahil, sıksam suyu çıkacak. Bir süre orada keyif yaptım. Koyda iki tekne beşik gibi sallanıyor. Plaj hemen hemen ıssız ve bu terkedilmişlik onu çok daha büyük gösteriyor. Baktım bizim üç Avustralyalı hatun ileride denize giriyor. Selamlaştık.

Giyindim, yola devam. İki şıklı tırmanışın uzun ama tehlikesiz bölümüne tesadüfen çıktım. Çıkarken ağaçlar arasında kaybolmuş kamping alanları ile karşılaştım. Harika yerler. İşte tatil buralarda yapılır. Gözden ırak, sakin ve eminim genelde kafadar insanların gelip konakladığı yerler buralar. Çıkıyorsun çıkıyorsun bitmiyor. Tepeye yakın bir evin çardağında turistlerin oturduğunu görünce soluklanmak üzere ben de çıktım yukarı. İliştim bir köşeye. İngilizler. Evin bebeğini seviyorlar. Genç bir aile evin sakinleri. Ama oğlanın anne ve babası da var. Amcam şaşkın bana bakıyor. Eminim diyor ki, “Oğlum, bunları anladık ta senin ne işin var buralarda?” Nitekim dayanamıyor, soruyor. Benden önce oğlu atıldı, “Baba, sen gezmiyor musun? Amcamlara gitmiyor musun? İşte bunun yaptığı da o.” Amcamın pek kafası basmadı ama uzatmadı. Buz gibi bir şeyler içip biraz soluklandıktan sonra toparlanıp yola devam. Biraz tırmanıştan sonra köye çıktım. Dolmuş bekleyenler var. Ortalıkta işaret göremeyince yolu sordum. Baktım hayır yok, bir tarafa vurdum. Biraz sonra jandarmalarla karşılaştım. Onlardan da pek hayır yok. İlginç!.. Devam. Biraz sonra arkamdan bu zor yolda ilerlemeye çalışan bir araba geldiğini görünce durdurdum. Yabancı biri çıktı. Şimdi tam anımsamıyorum ama Avrupalı ve Kanada’da yaşıyormuş. Buradan dağ başında bir ev alıp onu onarıp yerleşmiş. Biraz sohbetten sonra onun tarifine göre yola koyuldum. Ufak tefek inişler çıkışlarla bir patikadan ilerliyorum. Patika kenarında bir amcayla karşılaştım. Kötü kötü üzümleri bir tahtanın üstüne koymuş satıyor. Aldım bir salkım. Memnun oldu. Doğru yolda olduğumu söyledi.

Biraz sonra işaretler yine kayboldu. Ama başka da yol yok. Yine de her ihtimale karşı son işarete geri döndüm. Boşuna... Aynı yolu tekrar... Bu arada karşı tarafa bakıyorum, önümde yükseldikçe yükseliyor. Herhalde burayı tırmanmayacağım diye düşünüyorum. Bilinçaltım aksini söylüyor... Bari şu Deliklikaya’yı bir bulabilsem. Ondan sonrası kolaymış. Bu yükle bu iş artık keyif olmaktan çıktı işkenceye dönüşmeye başladı. Yine de olumsuzlukların değil güzelliklerin üzerine odaklanmaya çalışıyorum. Elimden geldiğince güzellikleri kaçırmamaya çalışıyorum. Gerçekten çok güzel yerler... Yeşil bir kertenkele poz veriyor... Kuşlar cıvıl cıvıl.. Yanılmıyorsam şu gördüklerim çiğdem; mor, beyaz, pembe. Sanki yalnız baharın ilk günlerinde çıkar gibi düşünüyordum. Ama hayır bunlar kesin çiğdem. Ne güzel... Kuşlar cıvıl cıvıl... Bakmasını bilince insan sürekli yeni ve muhteşem şeyler görüyor...

Sonunda Deliklikaya’yı buldum. İşaretler tekrar başladı. Mola veriyorum. Bol tuzlu salatalık yemem gerek. İlk gün yürüyüşümden sonra özellikle ellerime ve ayaklarıma giren krampların tuz eksikliğinden kaynaklandığını Kate’ten öğrendim. Bu arada kitaba bakıyorum ve tırmanışın zor kısmının sona erdiği yazıyor. Seviniyorum. Fazla geçmeden sevincim kursağımda kalıyor. Çık cık bitmiyor, çık çık bitmiyor... Bu arada Kate Clowe’un hatırını birkaç kez sormak durumunda kalıyorum. Deli mi bu kadın? Zoru bitmiş te... Aynı dünyada mı yaşıyoruz bununla? Artık bacaklarım benimle kavga etmeye başladı... Sürekli kandırmaya çalışıyorum kerataları ama artık pes etmek üzereler. Bütün bunlara rağmen bir iki güzelliği gözden kaçırmıyorum. Bir ağaç özellikle dikkatimi çekiyor, gövdesinin harika bir rengi var. Işık yetersiz, ben bitap... Görüntüleyemiyorum. Sonradan adının sandal ağacı olduğunu öğreniyorum.

Saat 17.00 civarı. Hedefim olan Gey’e ulaşmam olası değil gibi görünüyor. Neysi ki Alınca’da kalacak yer olduğunu biliyorum: “Dervish Lodge”. Oraya varmama fazla kalmamış olmalı. Yol yavaş yavaş düzeliyor. Yokuş tırmanmak sona eriyor. Neredeyse sürünerek ulaşıyorum. Bitmiş durumdayım. Biraz avutulmak beklentisi içindeyim. Karşıma upuzun saçlı ufak tefek aksi bir oğlan çıkıyor. Sonradan 36 yaşında olduğunu öğreniyorum. Bu sabah iki geceye 35 lira ödedikten sonra bir geceye 40 lira deyince biraz irkiliyorum. Bunu anlatmaya kalktığımda asabi bir tepkiyle karşılaşıyorum. Ortalık birden elektriklendi. Gey’e en az üç saatlik, o da gidebilirsem, yolum var. Daha yakın olsa bir an bile durmadan devam edeceğim. Ama bitmiş durumdayım. Çaresiz kalmaya karar veriyorum. Fakat güzel yer beee....

Tuvaletten görüntü

Beni bir bungalova götürüyor. Konumu tam bir kartal yuvası. İçinde lavabo ve tuvalet bile var, hem de tertemiz. Yer yatağı bir cibinliğin altında. Biraz da benim gayretimle, neyse ki elektrikli hava yavaş yavaş yumuşuyor. Akşam 19.00-19.30 gibi sözleşip dinlenmeye çekildim. Balkon penceresinden doyumsuz bir koy manzarası, yattığım yerin yanındaki pencereden dağ manzarası. Tuvalete oturup pencereyi açınca muhteşem bir manzarayla yüz yüze geliyor insan. Ortam o kadar uygun ki, üstümdeki her şeyi çıkarıp yatağa uzandım. Offf, dünya varmış... Güzel olacağını umduğum günbatımını beklerken biraz keyif yaptım. Yattığım yerden bile gün batımı izlenebiliyor, kalkmaya gerek yok. Evet, aynen beklediğim gibi oldu. Böyle bir günbatımını izlemek insana yaşamanın ne kadar zevkli bir şey olduğunu bir kez daha anımsatıyor. Yavaş yavaş giyinip yemek için tepedeki ana eve çıktım.

Yatakta Günbatımı-Alınca, Ekim 2005

Buzdolabından bir içecek alıp terasa rahatça yayıldım. Olamaz böyle bir şey; günbatımından daha mükemmel görüntülerle, ışık oyunlarıyla karşı karşıyayım. Ah makinem... Niye yanımda değilsin? Hadi Rüştü... Iııh!.. Gönlüm ne kadar istese de yorgun ayaklarım bana engel oluyor... Bu son olağanüstü görüntüler yalnızca belleğime yazılmak zorunda kaldı...

Yemek bol kepçe ve lezzetli idi. Erdem her şeyi kendisi hazırladı. Başka kimse yok zaten. İlerleyen saatlerde sohbet koyulaşınca kendisine dayanabilecek bir insanı bulmanın zorluğundan bahsetti. Atlas dergisinin foto editörü iken varolan durumlara isyan edip bir kaçışa yönelmiş. Hala derginin fotoğraf kurulunda adı geçiyor. Hayatından memnun görünüyor.

Yemekten hemen sonra yattım. Ahlaya, uflaya inleyerek bir ara sızdım. Ne kadar uyudum bilmiyorum, bütün vücudumda ağrılarla uyandım. Hemen bir Brufen (ağrı kesici) aldım. Neyse ki hemen etkisini gösterdi ve 5-5.30 saat iyi uyudum.

Kahvaltı-Alınca

Sabah kahvaltısı da, yine o güzelim manzara eşliğinde, terasta ve yine bol kepçe... Her şeyi çok güzel hazırlamış, gerçekten çok güzel ve doyurucuydu. Erdem’den rica ettim iki fotoğrafımı çekti. Sonra hesabı kapattım (Bir gece, ekstralar dahil: 49 TL) ve vedalaşarak Gey’e doğru yola koyuldum.

İnsan yorgun olmadığında daha bir keyifle yürüyor. Güzelim alakargalar, deniz, çamlar, türlü çeşitli bitki, kısacası tüm doğa çok daha güzel görünüyor insanın gözüne. İşte bir sincap, ne sevimli şeyler. Bugün şanslıyım, iki tane gördüm. Bütün bunların yanısıra bir de insanların güzelliği cabası. Hemen kaynaşıyorlar ve bir şeyler ikram etmek istiyorlar. İkramı reddederseniz de çok üzülüyor. Bu hatayı yaptım ben, kesin tekrarlamamak gerek. Gerçekten üzülüyorlar...

Erdem’den ayrıldığımda saat 09.00 gibiydi, bakmayı unutmuşum. Bugün kısa yürümeye karar verdim. Ayaklarım hiç iyi değil. Günü Gey’de noktalayacağım. Dura kalka saat 12.30 gibi köye ulaştım. İşte Anadolu’da görmeye alıştığımız tarzda bir köy, bitişik düzen. Önceki köyler gibi Karadeniz köylerine benzemiyor, yani bir ev burada bir diğeri bilmem nerede...

Küçük Enver-Gey

Muhtarın evini ararken minik Enver’in sorgulamasıyla karşılaştım. Anlayamayınca evin penceresinden annesi kafasını uzattı ve asamın nerede olduğunu sorduğunu söyledi. Bir an kavrayamadım ve sonra jeton düştü, hemen hemen tüm yabancılar batonlarla yürüdüğünden benimkini göremeyince merak etmiş. Biraz sonra muhtarı evini buldum. Genç bir oğlanla genç iki kız hemen bana yardımcı oldular. Kızları görseniz ne güzeller ve küçüğü sürekli gülümsüyor. Biraz oturduk lafladık. Az sonra safari yapan bir ekip yemeğe geldiler. Ben odama çekildim. Yarım saat kadar sonra bir baktım kapı çalıyor. Açtım, bir de ne göreyim koca bir tepsinin içinde çeşit çeşit yemek. “Anam ben aç değilim, sağolun istemem,” dediysem de ısrar üzerine tepsiyi almak zorunda kaldım. Hepsi çok leziz görünüyor ama benim yiyecek halim yok. Ehh, ayıp olmasın diye birkaç lokma atıştırdım. Özellikle börek gibi bir şey vardı onu çok sevdim. Çok lezzetliydi. Tabii ben bunu kıza söyleyince annesi ertesi sabah özellikle benim için yeniden pişirmiş, müthiş duygulandım.

Uzunca bir süre yatakta yeni güzergahımı belirlemeye çalıştım. O kadar bitkinim ki canım bir şey yapmak istemiyor. Sonunda sıkıldım, aşağıya indim. Bu arada muhtar gelmiş. Babayiğit bir kişi. Biraz onunla sohbet ettik. Ha, bu arada belirteyim, muhtarın nüfus altı; kendi, eşi ve dört kızı. Üçüncü kız okuyormuş o nedenle köyde değildi. Büyük ve ikinci okuyamamış. Fakat ikinci okuyamadığı için çok pişman. Güleryüzlü kızımız da bu. Son olarak ta bir tatlı cimcime var. İlköğretime devam ediyor. Sonra şekerlerim tükendiği için, bu şekerlerle minikleri sevindirmek çok hoşuma gidiyor, bakkala gittim. Bakkal çok hoş, evin bir odası. Fiyatlar da çok komikti. Herşey sanki başka bir gezegende yaşanıyormuş gibi.

Bakkala giderken bir meydanlık alanda çok yaşlı bir teyzeyi gözüme kestirmiştim. Kesin fotoğrafını çekmeliydim. Yüzünde yılların oluşturduğu o derin çizgileri mutlaka görüntülemeliydim. Ama hala insanların fotoğrafını çekmek konusunda sıkıntılıyım. Nedense cesaret edemiyorum. Hadi Rüştü, bir cesaret!.. Bakkaldan sonra onların bulunduğu yere yöneldim. Selam verip oturdum. Teyzenin olduğu yerde ben yaşlarda (sonradan 57 yaşında olduğunu öğrendim) sevecen bir insan var. Onunla sohbete başladık ama benim aklım fotoğraf çekmekte. Ben cesaretimi toplamaya çalışırken yavaş yavaş ortalık kalabalıklaştı ve beceremedim. (Şimdi şaşıyorum, şu anda yine çok rahat değilim ama son aylarda şunu gözlemledim ki insanlar fotoğraflarının çekilmesinden çok hoşlanıyorlar.) Biraz daha sohbet ettikten sonra eve geldim ve bunları kaleme alıyorum.

Birazdan yemek yiyeceğiz. Sonra yatak. Yarın ver elini Kalkan. Fazlalıkları kargoya vermek gerek. Önce muhtarın okul servis aracı ile anayola ineceğiz oradan bir dolmuş veya otobüsle Kalkan’a. 18.30

07.10.2005 – 07.30

Durum tatsız. Akşam çok erken yattım; 21.30 – 22.00. Bir gece yarısı bir kez de sabaha karşı 04.30’da kalkmak zorunda kaldım. Bağırsakların durumu hiç hoş değil. Şu anda yine ufat bir yoklama var ama sıkıyorum kendimi. Kalkan’da bakarız duruma.

Güzel kızımızın günaydını ve kahvaltıyı hazırlamasıyla güne başladık. Hane halkı yavaş yavaş ayaklanıyor. Ara vermeliyim. Bir şansımı deneyeceğim, bakalım tüm ailenin bir fotoğrafını alabilecek miyim?

Gey Muhtarı ve Ailesi

Sonra görüşürüz.


*****

Şu anda Kaş’ta limanın üstünde Kaptan Restorandayım. Mahzun bir şekilde günbatımını bekliyorum. Bu arada bir iki güzel kare yakalayınca anlık bir sevinç kaplıyor içimi... Hayret, ağlamaklıyım neredeyse... Halbuki karıma, oğluma, tüm sevdiklerime kavuşmam için çok az kaldı... Bir eksiklik kapladı ruhumu... Ondan olsa... Sanki herşey bir suskunluğa büründü... Gökyüzü batı tarafı hariç yoğun bulutlu. Ağlayacak mı yoksa?

Kalkan Limanı


*****


Planım fazlalıkları üstümden attıktan sonra bir gece Kaş’ta konaklayıp yola oradan devam etmek.


Bu sabah kahvaltıdan sonra bir cesaret ve tüm aileyi bir araya getirip iki kare aldım. İyi çıkmadı. Olsun, benim için ileri bir adım. Muhtar beni anayola bıraktı. Orada beklerken birkaç güzel insanla sohbet ettim. Yaşamlarından memnun halleri insanın içini mutlulukla dolduruyor. Ancak Kaş’a gitmek üzere midibüse bindiğim anda bütün dünya değişti!.. Herkesin suratı asık. Eminim hepsi de son günlerde karşılaştığım köylülerden daha varlıklı ve çok daha geniş olanaklar sahip insanlar... Eee, nedir o zaman bu farkı yaratan?!?!?...


Yaşamak gerçekten güzel şey be Nazım!..

Her ne pahasına olursa olsun...

Sabah aradığım pansiyonu, Zehra Pansiyon, buluyorum. Ortalıkta kimseler yok. Neyse genç bir yönetici (20 yaş altı) beni ağırlıyor. Çok şeker bir çocuk. Çamaşırlarımı bile yıkadı, kuruttu. Sağolsun... Çok huzurluyum..

Fazlalıklarımı kargoya vermek üzere Kalkan’a gittim. İşimi bitirdikten sonra gereksinimim olan bir çift terlikle havlu aramak üzere Kalkan’nın pazarına gittim. 2 liraya bir havlu buldum ama terlik yok. Ehh, ne yapalım, gerekli. Şehirden alacağız artık. Sonunda bir ayakkabıcıda çok hafif güzel bir terlik buldum. Artık yarın için yolculuğa hazırım.

Paramı ve kalacağım köy evleri ve pansiyonların giderlerini hesapladıktan sonra 200 lira çekmeye karar verdim. Kalkan’da ne Garanti ne de Vakıfbank var. Ne yapayım diye düşünürken, Oya’mı aradım. O benim için bir araştırma yaparken ben de bir çay bahçesinde oturup düşünmeye başladım. Gereksiz bir açılım söz konusuydu. Borç harç yaparak aileme yük olmam söz konusuydu. Uzun uzun düşündüm. Yüreğim bir şey beynim farklı bir şey söylüyor... Bu aşamada beynimi dinleme kararını verdim. Ve Oya’ma geri döneceğimi yoğun duygular içerisinde bildirdim.

Kaş’a döndüm. Yine de kendimi oyalayıp rahatlamam gerek. Kaş çok güzel, çok sevimli bir yerleşim merkezi. Denize doğru ine daracık dik yokuşları her an insana bir güzellik sunuyor. Şaşırıyorum hangisini görüntüleyeyim diye. Bu arada dolaşırken akşam yemeğini yiyeceğim bir yer de saptamaya çalışıyorum. İşte yukarıda sözünü ettiğim Kaptan Restoran’ın konumu çok güzel. Akşamı ve yarını geçirebilmek için bir kitap alayım dedim. Çok hoş di’mi? Genelde çok satarları almam ama aldığım kitaba bak: “Ferrari’sini Satan Bilge”. İyi de etmişim aldığıma çok muhteşem mesajlar var içinde. Hem de bu yürüyüşte yaşadığım deneyimlerle öylesine çakışıyor ki...


*****

Gökyüzü Yanıyor-Kalkan

Şu anda uzun bir yürüyüşün sonunda bitap düşmüş olarak bir dağbaşı pansiyonunda ya da bir köy evinde olabilirdim.


Onun yerine, işte yarın gece Ankara’ya dönüyorum...


Buruk ve aklı arkada kalarak...


Bu, bu yolculuğun bir başlangıcıydı!..


Bunu unutma Rüştü!..


(Bu notlar çok eksik... Duygularımın zerresini ancak dile getirebildim. Belki arada ekleme yaparım...)