7 Nisan 2008 Pazartesi
Dostlar,
Bunu nasıl algılayacaksınız bilmiyorum ama bir anı yolluyorum size, öyle bir anı ki bünyemden atmak istediğim bir anı…
Psikiyatristler bunların dile getirilmediği sürece sorunların onları yaşamları boyunca huzursuz edeceğini söylerler…
Ben yıllarca atamadım bu sorunu içimden, bugün 2 Nisan 2008 aradan 18 yıl geçmiş ve ben sonunda bundan kurtulmaya çalışıyorum. Nasıl? Sizlere boşalarak…
Sizleri üzersem, ne olur bağışlayın beni…
Atmak istiyorum bunu içimden…
Atamıyorum ama…
Çok kötü darbe vurdular bana…
Yıkamadılar ama… Yıkamazlar da…
Onurumu zedeleyemediler…
Ben hala eski Rüstü’yüm…
Ama sizler bunu bilmiyorsunuz…
İşte bazı şeyleri anlattım size…
Ekteki anılar yalnız sizin için…
ANILARDAN BİR ÖYKÜ
Öff.. Lanet olası bir gün daha... Kalkmak gerek artık yataktan. Hiç istemiyor canım. Fakat sürekli de yatılmaz ki...Saat de ikindi sularını gösteriyor. Yine o yer altındaki, yere daha da batasıca dükkanı açmak gerek. Neredeyse akşam olmuş, açsan ne açmasan ne... Gerçi günler uzamaya başladı. Mayıs’ın biri bugün. İşçi Bayramı. Ne farkeder ki, ne bayramı olursa olsun. Umurumdaydı sanki!.. Zorla sürükleyerek kendini çıkart yataktan, el yüz yıkanması derken biraz açılırsın. Sonra geçir üstüne birşeyler ve çık evden.
Hava bugün bayağı hoş. İyi ki doğa da bugün kazık atmıyor bana. Ağır adımlarla Kuğulu Parkı geçiyorum, telefon kulübelerinin yanındaki simitçi olağan selam veriyor. Hayret ediyorum, çocuk yıllardır kendisine verdiğim selamı almakla almamak arasında sürekli tereddütte. Yine de yarım yamalak bir sırıtma beliriyor yüzünde.
Ruh gibi dalıyorum pasaja. Çay ocağı tarafından iniyorum ve kapıyı açıyorum. Işıkları yakıp iç odaya doğru yöneliyorum ki biraz sonra tedirgin ve biraz da korkarak iki tipsiz içeri dalıyor. İkisi de tetikte. Daha yaşlıcası:
“Rüştü Hatipoğlu sen misin?” diye soruyor biraz cesaretini toplayarak.
“Evet,” yanıtım üzerine,
“Yürü hadi, bizimle geliyorsun.”
“Hayrola, bir durum mu var?”
“Uzatma. Kapa dükkanı yürü.”
Ortada fol yok yumurta yokken, aradan yıllar geçtikten sonra piyangonun bize isabet ettiğini anlıyorum ama anlamamış gibi davranıyorum, aklı sıra. İki kat çıkarak yan sokaktan dışarı çıkıyoruz. O kadar boşluktayım ki, pasajdaki insanları fark etmiyorum bile. Ama eminim onlara bir hafta konuşacak bir malzeme verdim.
Dışarıda içinde şoför olan bir sivil ekip arabası bekliyor. Acele hareketlerle genç olan beni içeri sokuyor ve hemen girip yanıma oturuyor. Komutanları da diğer taraftan aceleyle gelip diğer yanıma çörekleniyor. Ben hala olaylardan habersiz safı oynuyorum. Komutan,
“Niye alındığını biliyor musun?”
“Yoo... Niye?”
“Sen bilirsin...” diyor.
“Ne bileyim?”
“Bunlarda hiç bilmezler niye alındıklarını. Pek masumdurlar. Merkeze gidince öğrenirsin...”
Ekip arabası olabildiğince hızlı Konya yoluna doğru gidiyor. Anlaşıldı, Emniyet Genel Müdürlüğüne gidiyoruz. İşkencehaneye... Yaklaşınca kafama bastırıp iki bacağımın arasına sokuyorlar kafamı. Aklı sıra girdiğimiz yeri görmeyeceğim. Binanın arkasına dolanıyorlar ve şimdiki Migros tarafındaki garaj girişinden arabayı içeri sokuyorlar. Hemen gözlerim bağlandı. Hiçbir şey göremiyorum. İşte başladık diyorum. Çok hazırlıksızım be!.. Şaşkın şaşkın ne derlerse robot gibi yerine getiriyorum. Eğil, sağa dön, doğrulma kafanı çarparsın. Düz git, kaldır kafanı, sola dön ve şu kapıdan içeri gir.
Kapıdan girdiğimizde gözbağını açıyorlar. Ufak bir odadayız. Girdiğimiz kapının karşısında bir kapı daha var. Hemen yanında bir görevli, belli hayatından bezmiş. Pek hoşnut değil yaptığı işten. Gelenin cebindeki eşyalarını, parasını ve kemerini alıyor ve kaydediyor. Kemer, illa ki kemer. Bir anlam verememiştim o zaman. Meğerse intiharlara karşı önlemmiş.
“Bunu tek başına bir yere koyun,” diyor, benim ekibin başı.
Diğer kapıdan dışarı çıkmadan önce yeniden gözlerim bağlanıyor. Yavaş yavaş korkmaya başlıyorum. Daha ziyade belirsizliğin tedirginliği. Beni suçlayabilecekleri bir şey olmadığından biraz rahatım ama, sonuçta kahraman(!) Türk polisinin elindeyim. Pek iyi bağlamadılar gözbağımı, biraz yeri görüyorum. Sıra sıra hücreler. Birisinin kapısını açıp gözbağımı çıkardıktan sonra görevli polis kapıyı üstüme kilitleyerek gidiyor. İçerisi loş. Tavan çok yüksek. Bir kenarda biraz genişçe bir bank var. Etrafta devamlı gürültü var. Kapılar açılıyor kapatılıyor. Genç kız ve erkeklerin sesleri geliyor. Gürültüler artıyor. Sonunda gelenlerin sayısı biraz kalabalık olduğundan benim hücreye de genç bir çocuk atıyorlar. Velet benimle ilgilenmiyor. Arkadaşını arıyor. İkide birde “Koçero,” diye bağırıp duruyor. Sonunda yakınlardan Koçero’nun sesi geliyor. İkisi de çok keyifli. Bayağı eğleniyorlar. Ben depresyona girmek üzereyim, şunlara bak, sanki Luna Park’ta iplerini koparmış bebeler gibiler. Neyse, neden alındıklarını soruyorum, doğal yanıt geliyor: “1 Mayıs gösterilerinde kaptılar...” Öğrenciler. Son gelen tüm ekip neredeyse öğrenci. Hangi okuldan olduklarını sorunca afallıyorum. Bilkent demez mi? İşte ilk defa o gün Bilkent’te yalnız bol paralı burjuva çocuklarının okumadığını öğreniyorum. O gençler genelde sosyal bölümlerde eğitim yapıyorlarmış. Fen bölümüne de sınavda yüksek puan tutturmuş çocukları burs vererek okutuyorlarmış.
Neyse, ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir kere yalnız tuvalete götürdüler. Benim durumumun ne olacağını kestiremediğimden kaynaklanan tedirginlik nedeniyle bankın bir köşesine sıkışıp delikanlıya uyuması için yer açtım. Sıpa, sanki kuş tüyü yatakta uyuyor. Anında sızdı. Üzerimde kabanım olduğu halde bayağı üşümeye başladım. Demek akşam olmuştu. Bir süre sonra delikanlıyı götürdüler. Başladım beklemeye. Yalnız olunca daha bir karamsar oluyor insan. Kendini ne kadar zorlarsan zorla düş gücün hızla saçmalıklar üretiyor. Saat 8 mi 9 mu ne, gelip beni aldılar. Gözbağı yeniden takıldı. Yine eğiller, kalklar, sağa dönler, sola dönler garajın kapısına geldik. Hiçbir şey anlamıyordum. Bırakacaklar mı acaba?
Ekip arabasına bindirdiler ve adresimi sordular. Ha, demek arama yapacaklar. Bulacakları bir şey olsa bari. Eve,ben önde onlar arkamda daldık. Salona aldım bunları. Neyse ki itiraz etmeden geçip oturdular. Karım şokta. Surat bembeyaz.
“İzin verirseniz çocuğumu yalnız göreyim. Siz yanımda olmayın,” dedim.
Kabul ettiler. Onlar salonda otururken ben oğlumun odasına girdim. Yavrum, şaşkın şaşkın bakıyor. Daha 5 yaşında... Sarıldım biraz sıkı sıkı. Öpüp kokladım. Bu arada karıma hemen bir avukat ayarlamasını, bize zarar verebilecek herhangi bir şey varsa yok etmesini söylüyorum. Sonra tekrar salona geçtim. Polisler evi aramaya başladılar. Üstünkörü arıyorlardı. Sanki onlar da benim etkin birisi olmadığımın farkındaydılar. Kitaplara şöyle bir iki göz gezdirdiler. Bütün odalara girip çıktılar. Yalnız yine de haklarını yememek gerek oğlumun odasına girmediler. Bulunacak bir şey olmadığından bir şey bulamadan evden ayrılıp yine işkencehaneye döndük.
Girerken yine aynı terane, eğil, kalk dön. Bu sefer farklı bir yere götürdüler. Dar bir koridor. Daha aydınlık ve tavan da diğer taraftaki gibi yüksek değil. Bu koridoru dikey kesen birkaç koridor var. Girdiğimiz kapıdan en uzak koridorun sağ tarafındaki son hücreye atıyorlar. Önceki hücrenin üçte biri. Daha da karanlık. Yerde kalınca, hemen hemen tek kişilik yatak ölçülerinde bir sünger var. Biraz koku var ama hiç olmazsa diğer tarafa oranla daha sıcak. Devamlı kulak kabartıyorum. Etrafta olanları anlamaya çalışıyorum. Şiddetli darbe sesleri, çığlıklar kısa kesintilerle kulakları tırmalıyor. Yıpranmamak elde değil.
Ha şimdi gelecekler, ha biraz sonra... Ne gelen var ne giden. Gelin be Allah’ın belaları!.. Gelin, ne zıkkım yiyecekseniz yiyin. Elektrik mi vereceksiniz, falakaya mı yatıracaksınız, daha bilmem ne! Biliyorum, hayvan herifler bunu özellikle yapıyorlar. Yatıyorum, kalkıyorum.... Uyumaya çalışıyorum... Dışarıyı dinliyorum, ki yapmamam gerek. Bu beni daha çok yıpratıyor. Yok, yok bir türlü vakit geçmiyor. Arada bir sakinleşmeye çalışıyorum. Nasıl bir tavır içinde olmam gerekliliğini düşünüyorum. Bunun da bir faydası yok. Etkin değilim ki!.. Etkin olsam böyle bir duruma da hazırlıklı olurdum. Şimdi aptal gibi ortada kalmış durumdayım. Geç be zaman, GEEEEÇÇÇÇÇÇ......
Bir takım sesler geliyor benim hücreye doğru. İşte birisi kapıyı açıyor. Tamam, başlıyoruz. Pat, içeriye iki kişi daha atıyorlar. Ulan, biz tek başımıza sıkış tıkığız adamlar iki kişi daha attılar. Neyse, bir şekilde yerleşiyor insan. Fazla konuşmuyoruz. Ben zaten tırsmış durumdayım. Her şeyden şüpheleniyorum. Bunlar da polis olabilir düşüncesi kafamı karıştırıyor. Yine ne kadar geçti bilmiyorum. Sabah mı, akşam mı? Arada yarım ekmek ve zehir gibi tuzlu beyaz peynir getiriyorlar. Aç değilim ama yemek zorundayım. Yutkunmak ne zor işmiş!.. Bu lüks yemek kaç kere geldi onu hesaplamayı bile akıl edememiştim. Kafa işte!.. Hiç olmazsa bu bir fikir verirdi, zamanı hesaplamam konusunda. Gelen iki kişiden birini götürdüler. Bir daha gelmedi. Kalan iyice midemi bulandırıyor. Bu kesin aynasız. Ya da ben paranoyağım. İkisi de olabilir. Sonunda onu da götürdüler ve yine yalnız başımayım.
Bugün, (Hangi gün? Kaçıncı gün?) gardiyan, gardiyan dediğime bakmayın ayak işlerine bakan hizmetli, beni yukarı götüreceklerini söyledi. Neresi yukarısı? Hadi bakalım. Biraz sonra yine gözbağı ve sağlar sollar eğiller kalklar ve bir noktada gözbağı çıkarıldı. Cam bir kapıdan merdivenlerle yukarı çıkarıldım. Bir mi iki kat mı, hatırlamıyorum. Yanımdaki sivil bir kapıyı çaldı ve içeri girdik. O ne? Can simidi miydi, gördüğüm? Canım babam bir amirin masasının önünde oturuyor. Ah canım benim... surat bembeyaz, iki tel saç darmaduman. Keşke gelmeseydin be babam. Seni böyle görmek beni perişan ediyor. İyi ki gelmişsin, şimdi belki beni tutmalarının anlamsızlığını görüp bırakırlar. Züğürt tesellisi!.. Seni muameleden geçirmeden biraz zor bırakırlar.
“Merhaba baba!..”
“Nasılsın oğlum?”
“İyiyim babacığım. Burada arkadaşlar gayet iyi davranıyorlar.”
“İyi oğlum...”
Bu kadar!.. Bu kadar mı konuştuk? Nasıl hatırlarım? Tek hatırladığım canımın yüzünde gördüğüm perişanlık. Sonra tekrar kendimi aşağıda buldum. O dar, karanlık ve sidik kokulu hücrede. Ama şimdi kendimi avutacak bir şeyim vardı; adamlar babamla görüşmüş ve beni de görüştürmüşlerdi ya, artık pek öyle kötü muamele etmeden bir süre tutup çıkarırlar. Yahu, zaten en ufak bir neden yok. 10-15 yıl öncesinde yaşadığım bir takım olaylar için şimdi mi beni yargılayacaklar? Bu ne anlamsız bir şey!..
Başladık yine çığlıkları ve şiddetli darbe seslerini dinlemeye. Dayanabilir miyim bu acılara? Bilmem!.. Vah, anam!.. Ufff, nasıl da bağırıyor!.. Korkunç bir vahşet bu tanık olduklarım. Nasıl yapabilirler? Bunlarda hiç mi insanlık yok? Evde karılarının çocuklarının yüzlerine utanmadan nasıl bakıyorlar? Dayanamayacağım artık!.. Uyuyor muyum uyanık mı belli değil artık. Gelecekseniz gelin artık ulan!.. Ortada bir zıkkım yok işte. Yeter adama çektirdiğiniz. Anlamıyorum yahu, bu kaçıncı gün. Ayın kaçı oldu.
Bir ara yine kapı açıldı:
“Kapıya yaklaş. Dön arkanı.”
İşte yine gözbağı takıldı. Amma sıkıyorlar be. Yeri görmek bile mümkün değil. Yine aynı bıktırıcı manevralar. İnsanı sürekli tedirgin etmeler, diken üstünde tutuyorlar. Öyle bir hale geliyorsun ki sanki kopmaya hazır gerilmiş bir tel. Onu istiyorlar zaten. Kop ve bülbül gibi öt. Bir odaya sokup oturtuyorlar bir sandalyeye. Etrafta başka sesler de var. Daktilo, insan sesleri. Normal bir ofiste duyabileceğiniz sesler. Herhalde sorgu başlayacak. Evet başladı. Daha önce kafamda biraz kurmuştum. Hiçbir ilgim yok dersem bu sefer işkencenin dozu artacak, eminim. Onun için daha önceki yıllarda bir arkadaşın tutukluluğu dönemindeki tavrı sergilemek. Bu arada bu dostu da anmadan geçemeyeceğim. İki ay mı, yok üç ay boyunca mı aralıksız olarak Ankara, İzmir, İstanbul arasında değişik ekipler tarafından kıyasıya işkence edilmiş bir dost. Zaten bilinenin dışında hiçbir sır vermemiş. Nereden mi biliyorum? Vermiş olsaydı ilk vereceği isimlerden biri bendim. Yem olarak atılacak çok uygun bir isimdim. Onu bile yapmadı. Sevgi ve saygıyla anıyorum kendisini. Bu olaydan aklımda kalan tavırdı sergilemem gereken. Zaten bilineni ver. Öyle de yaptım.
“Ama seni ihbar eden yoldaşın öyle demiyor. Daha çok şeyler biliyormuşsun...”
“Bildiklerimi söylesin de ben de bilip bilmediğimi onaylayayım. İngiltere’den döndüğümden beri bir iki dergi kitap almaktan başka hiçbir ilişkim olmadı.”
“Seni ele veren yoldaşın kim, biliyor musun?”
“Hayır.” Bal gibi biliyordum ama yorum yapmaya gerek yoktu. Artı, herkes yukarıda sözünü ettiğim dost gibi güçlü olmak zorunda değil.
Ve adını söylediler. Demek o da şu anda buralarda. Anlattıklarımı kendi el yazımla yazmamı ve imzalamamı istedi. Bunu da yaptıktan sonra eğil, kalk, sağa, sola dön... Rap rap rap... Merhaba sevgili hücrem.
Yine o lanet olası yerdeyim... Biliyorum her an gelip beni yine alacaklar... İstediklerini vermedim.. Korkuyorum... Ne yapmam gerektiği konusunda bir düşüncem yok
Rahatlamıştım. Tamam, dedim, artık bundan sonra herhalde bırakırlar. Yine beklemek başladı. Gerilim yeniden tırmanıyor. Eee, daha ne olacak? Anlattık işte bildiklerimizi.
Havanı alırsın… Seni belki de lider kadrodan sanıyorlar, torpilli (!)[Babamla buluştuğum odadaki adamın ağabeyimin arkadaşı olduğunu öğrendim] olmama rağmen ve ifademi son kelimesine kadar verdiğim halde daha neden bırakmamalarının gerekçesi ne olabilir? Sistemin nasıl işlediğini de bilmiyorum ki!.. Çevrede sürekli işkence ve çığlık sesleri!.. Özellikle yapıyor aşağılık herifler… Tezgaha almanın öncesinde beyni korkuyla doldurmak amaç… Etkilemiyor değil de hani!..
Bu sefer tüm yeni tutuklanan TKP’lileri bir araya getirip ifade alıyorlar. Dört kişiyiz. İkisi karı-koca unuttum bile onları, çok sinirli idiler ve ele veren ve TKP ile ilgili hiç te hoş şeyler düşünmüyorlardı. Ama hırsızlar, benim Parker kalemim hala onlarda… Ki o kalem benim için çok değerli idi ve yıllardır benimle yaşıyordu. Dördüncü dostumuz ise bir doktordu… İyi bir arkadaştı, ama olay bittikten sonra “Beni hiç tanımadınız” tercihini yaptı. Bu da onun hakkı.
İfadelerimizi alan müthiş zeki bir insan. Ufak tefek. Üstelik kibar. Ben yine daha önceki ifademi biraz daha süsleyerek yineledim. Fakat abem öyle dikkatli ki en ufak ayrıntıyı atlamadan ifademi yeniden yeniden yazdı. Eh, kimseye zarar vermeyecek bir ifade, hiç tereddütsüz imzaladım. Sonra hepimizi yeniden hücrelere götürdüler.
Ne kadar zaman geçti? Saat mi gün mü, hesap edemiyor insan. Hazırlıksız olmak çok kötü. Bir beklenti içinde olsa insan dışarıda olduğunda eminim farklı gelişir olaylar. Böylesine beklenti içinde olabilmek için de etkin bir partizan olmalısın. Uzak kalınca sana dokunmuyor değiller işte şu anda bana dokundukları gibi, ama yine de bu başına gelmeden tahmin edemiyorsun. Onun için bu tür bir olayda hazırlıksız yakalanıyorsun… Ama inadım inat o yoldaşım gibi davranacağım… Zaten çok fazla bir bilgim yok… Sesler yaklaşıyor. Yine göz sıkıca bağlandı, ulan bu bile bir işkence. Yine aynı palavralar; eğil… kalk… sağa dön… sola dön… dikkat kafanı çarpacaksın, iyice eğil… Gerildikçe geriliyorsun… Bir odaya soktular… Gözbağının altından o kadar hareket sonrası biraz açıklık oluşuyor… Çok aydınlık. Boş bir oda. Tepemdeki herif, “Soyun!..” diyor. Çıkarıyorum üstümdekileri yavaş yavaş. “Hepsini çıkar, ulan” “Donu da mı?” “Heee!...” İşte şimdi durum vahim. İndiriyorum donu. Ben azıcık görüyorum ama çaktırmamaya çalışıyorum. Herif birden telaşlı bir şekilde bana yaklaşıyor;
“N’oldu?”
“Ne n’oldu?” diyorum.
“Donundaki kan ne? Bir şey mi yaptılar?”
Haa.. diyorum kendi kendime bizim hemaroid yine görev başında…
“Yok,” diyorum “o bizim hemaroidin marifeti”…
İnanamazsın herifin rahatladığını hissettim. O zaman dedim ki, “Tamam, ben gerçekten torpilliyim onun için işkenceyi bile özenli yapıyorlar. Fakat işkence devam ediyor… Bu ne demek? Demek anlattığımdan daha fazlasını bildiğime eminler ve onları da ağzımdan almadan beni bırakmayacaklar…”
Yine başlıyor, eğil kalk faslı, bir farkla şimdi çırılçıplağım. İnsanı her an daha fazla aşağılıyorlar, gittikçe kişiliğini yıkmaya çalışıyorlar. Bunları kafana takarsan bittin. İlk yattığın insandan bile onlara söz edecek hale gelebilirsin. Kendime şaşırıyorum, çıplaklıktan çok eğilip doğrulmak beni rahatsız ediyor. Aha… Bir sandalyenin üzerine çıkardılar. Geleceği biliyorum, ama sonuçları hakkında hiç fikrim yok. Çarmıha germeye başladılar. Ulan bu işin sonu hiç hayırlı değil!.. Bakar mısın söylediğime:
“Yahu çok fazla sıktın, ellerime kan gitmeyecek!..”
Heriflerin hepsi benle dalga geçiyor… Aslında için için ben de gülüyorum…
Olaya bak yahu, Filistin askısına asıyorlar seni sen kafa geçiyorsun…
Pat, sandalye çekildi altımdan…
Uffff… Neyse iyi ki sıkmışlar fazla gerilmiyor omuzlar ama bilekler kötü…
Sorgu yeniden başlıyor, sürekli dalga geçiyorlar… Sinirlerim gittikçe geriliyor… Önce kuru… Şimdi, sanırım yangın hortumuyla yoğun ve şiddetli su sıkmaya başlıyorlar. Sık sık yüzüme tutuyorlar. Boğulacağım… Nefes alamıyorum, ne-fes a-la-mı-yo-ruuuum… Fenalaşıyorum. Bir an çekiyorlar suyu.
“Ulan, boğmaya mı çalışıyorsunuz beni?.. Nefes alamıyorum, çekin şu suyu!..” Adamlar kahkahayla gülüyorlar. Eğleniyorlar yahu bu herifler yaptıkları bu işle!.. Bunlar insan olabilirler mi? Hiç sanmıyorum. Bunlar insan kılığında barbarlar… Tekrar başlıyorlar… Tekrar… Tekrar… Tek-raaarrrr…
Bir süre sonra kafamda sürekli tartarak sonucun olumsuz olmayacağına karar vererek bir bilgi daha veriyorum… Tamamen maddi bir konu… Sadece para kaybedeceğiz ki yerine konulması çok kolay… Aslında korkuyorum; bir tane bilgi varsa arkası da vardır diye işi sürdürmelerinden. Ama, burada rolümü iyi kestiğimi sonraki gelişmelerden anlıyorum…
Sonunda bitiyor. Ayaklarımın altına sandalye mi masa mı ne zıkkımsa onu yerleştiriyorlar. Kollarım ve omzum bir an için rahatlıyor. Aynı eğil kalk saçmalıklarıyla soyunduğum odaya götürüyorlar. Üşüyor muyum? Farkında değilim… Ama çok gerginim ve sinirlerim acayip bozulmuş durumda… Aslında şu anda başka bir tezgaha alsalar belki ne biliyorsam konuşacağım gibi bir duyguya kapılıyorum. Yok beee… Ara ara böyle duygulara kapılsa da insan dayanmak istedikten sonra dayanır be… Tabii bizim çektiğimiz birçok yoldaşınkinin yanında devede kulak kalıyor ama buna bile direnemeyenler var be!.. Gerçi çözülmek ayıp mı? Bence değil… İnsan çözülebilir be!.. Bu işkence tarihinde çözülmeyen bir avuç insan vardır sanırım. Onlar bence doğa üstü insanlar… Takdir etmemek olası değil.
Giyindim üstümü götürdüler hücreme yine. Sanki her şey bitmiş gibi bir duyguya kapıldım… Neredeee?.. Neyse boşver…
“Haydi, çıkıyorsun!”
Kulaklarıma inanamıyorum. Gerçekten mi? Birden sevindirik oluyorum. Bir grup benim gibi insanı bir cezaevi aracına tıkıyorlar. Yine kafam karıştı. Çıkıyorsun dediler, cezaevi arabasına bindirdiler. Ulan devamlı alay ediyor bu herifler yahu!.. Kesmek istiyorsun birkaç kelle… Vahşileştiriyorlar, insanlıktan çıkarıyorlar!..
Cebeci taraflarındayız. Bir ara sokağa girip duruyor araç. Hepimizi silahlar altında bir binaya sokuyorlar. Adli Tıp’mış burası. Teker teker içeri sokuyorlar ve doktor muayenesinden geçiyoruz. Neymiş, “Bakın işkence yapmadık”ı kanıtlamak olay… Tabii bariz işkenceler yine ortaya çıkıyor da bizimki gibiler izlerini ruhumuza işlediği için ortada görünen bir şey yok.
Doktor bana sorduğunda,
“Yok bir şey yaaa…” dedim.
Aslında doktora da güvenmiyorum ki!.. Ne dese beğenirsin?
“Tabii, olmaz. Hepinizi izler geçtikten sonra buraya getiriyorlar!”
Onu söylerken yüzünde bir tiksinti bir nefret belirdi. Ama o an o kadar boşluktaydım ki yalnızca bir sonraki adım ne olacak onu düşünüyordum. Tekrar geri götürürler mi? Bırakacaklar mı? Teşekkür dahi edemedim o duyarlı, o gerçek hekime… İyi ki sizler varsınız be… Sizin gibi dürüst insanları böylesine iğrenç faşizan yönetimlerde nasıl görevlendiriyorlar şaşmıyor değilim ama pisliklerin başka da çaresi yok. KENDİ MEZARLARINI KENDİLERİNİ KAZMAK ZORUNDALAR… Tarih böyle der, tarih bunu yaşamıştır. KENDİ MEZARLARINI KENDİLERİ KAZACAKLAR… Onun için siz güzel insanlar da bu pisliklerin arasından bir bahar gibi çıkıyorsunuz ortaya… Sizi seviyorum…
Tüm duyarlı insanları, pes etmeyenleri, korkmalarına rağmen destek olanları (hele ki onları) sevgiyle kucaklıyorum. Sizler olmasanız zaten ben beni böylesine yıpratan bu olayı kaleme alamazdım. Tüm ayrıntıları yazmamama rağmen bunu kaleme almak benim için çok zor oldu. 20 yılda ancak sona erdirebildim. Ki buraya cezaevi günlerimi ekleyemedim bile…
Benim yaşadıklarımın az bir kısmını dahi olsa bilmek sizin hakkınız. Bilin ki yaşam savaşımınızda nelerle karşılaşacaksınız, sizi neler bekliyor hazırlıklı olasınız. Evet, hazırlıklı olmak!... Bu çok önemli!... Bunu aklınızdan çıkarmayın.
Bu arada, belki soracaksınız; “Yaşam savaşımı ne?”
Kelimeler önemli değil… Bu savaşım sizin günlük yaşamınız… Sizi dürüst bir yurttaş olarak rahatsız eden her şey sizin savaşım vermeniz bir alan…
SUSMAYIN!...
Buna hakkınız yok…
Eğer siz ATATÜRK’ün çocukları iseniz susmaya hakkınız yok….
Yok değilseniz, zaten aramızda olmaya hakkınız yok…
Bu yazıyı, her ne kadar günlük çizgisinden çıktı ise de, tamamlamak üzereyim. Bir belgi vardı bir zamanlar, unutuldu:
“SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK!...”
Anımsıyorsunuz değil mi Alman rahibi?
Ne demişti? Ben anımsadığım kadar anımsatayım size…
“Önce komünistleri götürdüler…
Eh, ben komünist değildim, bana ne?
Sonra sosyal demokratları götürdüler…
E, yani, ben sosyal demokrat değilim ki!
Sonra çingeneleri götürdüler…
Götürsünler…
Sonra Yahudileri götürdüler…
El insaf, ben Hıristiyanım yahu. Bana ne Yahudilerden!..
Sonraaaa…
Sonraaaaaaaa….
Gün geldi…
Veeeeeee…
Beni götürdüler…
Arkama baktığımda
Sesini çıkaracak kimse kalmamıştı….”
Yeniden tıkıştık arabaya. Biraz sonra kendimizi Ulucanlar Dinlenme Tesisi’nde bulduk.
“ÇIKIYORSUN” demek cezaevine gidiyorsun demekmiş meğer…
İŞKENCEYE GİDENLERE ÖĞÜTLER…
Atarlar seni zindanlara,
Lime, lime ederler tüm vücudunu…
Dayanamaz,
HAYKIRIRSIN…
Tamam…
Tamam..
İtiraf ediyorum…
Her ne istiyorsanız…
İtiraf ediyorum…
İşte o anda inandıracaksın
Her ne istiyorlarsa
Veriyor görüneceksin
Ama bunu tüm doğallığınla
Ve saflığınla yapacaksın…
Yiyecek hıyarlar…
Çünkü sen daha zeki
Daha akıllısındır onlardan…
İnanacaklar,
Ama hala sana eziyet etmeye devam edecekler
Ya, anlattıkları eksikse…
Direneceksin,
Vermeyeceksin köpeklere
İstedikleri kemiği…
Ve sonunda,
Ve sonunda…
Sen kazanacaksın…
2 Nisan 2008
Bu yazıyı bazı dostlara şöyle duyurmuşum:
LANET OLASI BİR ANI...
YILLARCA TEREDDÜT ETTİM...
ANLATSAM BİR YARARI OLUR MU ACEP DİYE... ÇÜNKÜ BENİMKİ O KADAR SIRADAN Kİ... BENİM YAŞADIKLARIMI YAŞAYAN ÖYLESINE ÇOK İNSAN VAR Kİ, HEM DE BENDEN BİN KAT BETERLERİNİ...
AMA, BİR TÜRLÜ SİNDİREMEDİM İÇİME...
ŞU ANDA BİLE SİNİRDEN KASILIYORUM...
BELKİ YARARI OLUR DEDİM AMA OLMUYOR...
UNUTULMUYOR...
BAĞIŞLANMIYOR...
ASLINDA BU ANIYI PAYLAŞTIĞIM ANDAN İTİBAREN HİÇBİR TEPKİ BEKLEMİYORUM... SADECE BENİ DİNLEMİŞ OLUN... BİR ŞEY SÖYLEMEYİN... SADECE DİNLEYİN... BANA ONU HİSSETTİRİN YETER...
HİÇBİR ŞEY SORMAYIN...
BİR ŞEY SÖYLEMEYİN...
SADECE DİNLEYİN....
İŞTE O GÜNLER...