28 Ocak 2009 Çarşamba
Ne kadar ilginç, di’mi?
Dünyanın en güzel sporlarından olan trekking ve dağcılığı yapabilmek için ne yalanlar söylüyor, sevdiklerimizi avutmak için ne fırıldaklıklar yapıyoruz. Akıl alacak gibi değil…
Doğayı sevmenin ve onun koynunda etkinlikler yapmanın insanı akla gelmeyecek kadar geliştirdiği fikrini ve insanı gerçekten insan yaptığını nasıl anlatacağız? İnanın bilmiyorum... Zira bir dostun dediği gibi bizim yaptığımız sporlara öylesine bir saldırı var ki!.. Sanki doğa pusuda yatmış bizi yutmak için bekliyor. Nasıl bir zihniyettir bu?
57 yaşındayım ve bu yaşta yakınlarıma doğaya gideceğim zaman yalan söylemek zorunda kalıyorum. Bunu kendime bile açıklayamıyorum. İşin garip tarafı çevremdeki insanlar doğayla kucaklaşmaya başladığımdan beri bendeki olumlu değişiklikleri gördükleri halde önüme sürekli duygusal ve kendilerince mantıksal engeller koymaya devam ediyorlar.
Bazıları soruyorlar; “Tek başına dolaşmaktan çekinmiyor, korkmuyor musun?”
Neden korkayım? Dağ insanı kadar güvenilir, dağ insanı kadar verici insanları nerede bulabilirsiniz?
İlk kez solo yürüyüşe çıktığım günleri anımsıyorum. Kentlerden ve büyük yerleşim yerlerinden uzaklaştıkça içimi hafif ürkeklikle karışık inanılmaz bir heyecan kaplamaya başladı. Atılan her adım beni biraz daha bilinmeze götürüyor ve heyecanımı bir kat daha artırıyordu. Babadağ’a tırmanırken karşılaştığım manzara, “İyi ki bu işe soyunmuşsun be oğlum!” dedirtti bana. Hele hele karşılaştığım ilginç ve sevecen insanlar bunu bir kat daha perçinledi.
Acemiliğin getirdiği yanlış malzeme seçimi sonucu daha üçüncü gün etkinliği terk etmek zorunda kaldım. Beş tırnağım birden mosmor kesilmişti. Zaten Ankara’ya döndüğümde ikisi düştü. Ancak, Kalkan’da geçirdiğim son akşam, şöyle yüksekçe manzarası harika bir lokantada oturmuş gün batımını izlerken gözlerim dolmaya başladı. Etkinliği terk etmek, kentlere geri dönmek bana öylesine dokunmuştu. Şu anda bunları yazarken, aradan o kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, hüzünleniyor ve boğazım düğümleniyor.
Bu duygular bir iki satırla anlatılabilecek şeyler değil. İnsanın gerçekten yaşaması gerek anlayabilmesi için.
Sonra ilk zirvemi yaptığım gün, gerçi bu zirve değil ama bir hedef olduğu için bana zirve gibi gelmişti, Annapurna Ana Kampı (4130), Nepal. Rehberim Madan’ın elini sıkmamı ve ona sarılmamı görmeliydiniz… Sonra yavaş yavaş başka zirveler geldi peşinden. Zihindeki hedef hep yükselerek ruhuma yerleşmeye başladı.
Ağrı’ya birtakım saçma nedenlerden dolayı çıkamayıp 4400 metreden geri dönmüştüm. Hala zihnimin bir köşesinde Ağrı’nın beni beklediğini duyumsuyorum.
Bu sene en yüksek hedef 6189 metre, Island Peak, Himalayalar’da bir küçük zirve. Everest Ana Kampı yaptıktan sonra orayı deneyeceğim.
Daha, daha, daha….
Daha o kadar çok dağ var ki beni bekleyen!.. Beni çağıran!.. Yaşım yetecek mi?
İşte dağ tutkusu böyle bir şey…
Nasıl anlatabilirim ki bilmeyenlere?
Anlayabiliyor musunuz?