DAĞ TUTKUSU… 1


4 Kasım 2008 Salı

İşte bir gece yine bu iletişim aracı başındayım. Yazmak istiyorum… İçimi boşaltmak istiyorum, ama bir türlü bunu tam arzu ettiğim gibi beceremiyorum.. İşte kişinin kendini yokluğa ittiği an budur… Ne demek yazmayı beceremiyorum? Şu içinde bulunduğumuz ortamda sen yazdın da birileri engel mi oldu? Engel olan senin yazdıklarına engel oluyor, okunmasın diye… O zaman yaz yazabildiğin kadar, söyle söyleyebildiğin kadar… Kim sana gem vurabilir? O zaman başlamaya çalışıyorum duygularımı dile getirmeye… Becerebilir miyim bilmiyorum!..

Canlar, Ben manyağım, ben ölümü bile umursamayan bir varlığım… Beni tek ilgilendiren şey vatanım ve onu en az benim kadar seven can dostlarım… Niye bunları size anlatıyorum, bilmem ki!.. Anlatmaya başlamadım mı daha? Eh, başlayayım o zaman… Daha ilkokul çocuğuyum, odamın duvarlarına Ata’mın ve Ata’mla ilgili konuların fotoğraflarını yapıştırıyorum. Beni kimse engellemiyor ama bunu neden yaptığımı da sormuyor… Desteklemiyorlar yani… Anlamıyorum neden? Tabii o zamanlar değil… Şimdi… Şimdi anlıyorum… O zamanlar bu o kadar doğalmış ki herkes bunu olağan bir duygu olarak yorumluyorlarmış… Aradan yıllar geçti, evler değişti ve Ata’mın yerini erotik hatun fotoğrafları aldı… O kadar akıllıca yaptık ki bunu babam itiraz edemedi… Ve zamanla erotik fotoğrafların oranı arttı…

Sonra sıra geldi gurbete… Önce abim gitti… Abim giderken bir veda partisi verdi. Evde iki oda bu olaya ayrılmıştı. Bir odada abimin şamata gırgır takımı öbür odada Dev-Genç takımı… Ben abimi çok sevdiğim için bir o odada bir öbür odada hizmet etmekteydim. Dev-Genç odasında bir servis sonrası çıkarken bir kişinin şöyle bir şey dediğini duydum: “Kim la bu ensesi kıllı?” O günler de benim hippilik yıllarımın ilk günleri… Duymamazlıktan geldim. Yanındaki, (Aydın Çubukçu) “O bizim Nuri’nin kardeşi” dedi… O zaman sesini kesti… Hala merak ederim kimdi bu? O günlerde bir öykü daha duymuştum, Aydın Çubukçu ile ilgili… Sivas mı bir ilçesi mi şimdi tam anımsamıyorum ama buraya bir propaganda çalışmasına gidiyorlar, gerici bir yer. Yerli halk linç etmek üzere bunları çeviriyor. Deliler gibi, öldüresiye saldırıyorlar… Bizimkilerin geri çekilme çabası sırasında çılgınca ufacık bir insan saldıranlara kafa tutuyor ve tüm ekip bu sayede linçten kurtuluyor. İşte bu, Aydın Çubukçu… Dikkat ederseniz bu arada hiç ağabeyimden söz etmiyorum. Neden? Neden mi? Bize hiçbir şekilde yaşadığı olaylardan söz etmedi…. Onun için bilmiyorum neler yaşadı… Biraz yukarıdaki satırlara baktım ve Çubukçu soyadı beni rahatsız eden bir konuyu bana anımsattı. Bu yine ağabeyimle ilgili bir konu. Abim çok sevdiği için aşırı derecede yokluk çeken Ali Çubukçu’ya koltuk çıkma, onun maddi olarak refaha kavuşması için Rusya’dan yok pahasına aldığı bir takım yağlıboya tabloları ona satması için vermemi ve çok az bir şey istememi söyledi. Üstelik kendi ödediğinden de aşağıya… Verdim bu tabloları ve bir süre sonra Ali’den borcu olan parayı almaya gittim…. Ama gelin görün ki adam nankör…. Utanmadan benim birkaç kez dükkanına gitmeme neden oldu. Neredeyse zırnık koklatmayacaktı… Yıllarca abimin her konuda desteğini görmüş bu insanın bu şekilde davranması beni şok etti… Ben onu hep dost olarak görmüştüm… Fakat ne kadar zavallı biri imiş o anda fark ettim… Ama maalesef ağabeyim hala bu mikropların bünyesine saldırdığının farkında değil.

Nereden nereye geldim… Ben döneyim yine dağlara… Onlarsız bunalıyorum… Ama nasıl bu noktaya geldiğimi de hiç mi hiç anlamıyorum. Haşim insanı beni bir sene, 2006, tuttu Kaçkarlar’a götürdü. O yıl zirve yapamamama rağmen dağlar beni çekmeye başladı. İşi ağırdan aldım. Önce Işık Dağı, 2034 metre. Hah dedim alçak ta olsa bir zirve yaptım. Hadi bakalım daha da öteye… Aşık olunası Aladağlar sırası geldi bir şekilde. Ama bir şeyi göz ardı etmiştim bu arada; Mayıs’ın ortasında beyin kanaması geçirmiştim ve acele ettiğimin farkında değildim. Emler zirvesi tırmanılabilecek en kolay zirvelerden biridir ama ben fiziksel olarak ona hazır değilmişim demek ki. Çelikbuyduran’da öğle yemeği molası verdiğimizde, bu doğa maceralarımda ilk kez ve şu ana kadar da son kez, şöyle bir uzanayım dedim. Biraz sonra gözümü açtığımda baktım herkes toparlanıyor. “Yahu, nedir bu aceleniz? Bir lokma dahi yemedim,” dediğimde, bana yarım saattir orada olduğumuzu söylediler. Kopmuşum… Hiç bir şeyin farkında değildim. Yine de toparlanıp zirveye doğru hareket ettim. Emler Boğazı’nda bazı dostlar zirveden vazgeçip kampa devam ettiler. Ben gidebildiğim kadar gitmeye karar verdim. Keyfim yerinde ama bir gariplik var üstümde. Zirveye dikine 50-75 metre gibi az bir mesafe kaldığında ben orada kalıp keyif yapmaya karar verdim. Ve Emler bu şekilde son buldu. Bir ay sonra Ağrı’yı denedim, olmadı. Neden? Çok uzun, anlatmak gereksiz şu anda… Sonra 1829’luk bir ufaklık, Arayit Tepesi. Dokuz on aylık bir aradan sonra esas hedefin etekleri, Himalayalar’ın etekleri geldi gündeme ve zorlu ama keyifli bir tırmanışla Annapurna Ana Kamp’a ulaştım, 4130 metre. Hala Ağrı’da ulaştığım yüksekliği geçemedim.

Ülkeme dönüşte bir ayda dört zirve yaptım.

KIZLAR SİVRİSİ (3070 m), BEYDAĞLARI, Antalya (21-22 Haziran 2008) ……..…............................. 3070 m

KÜÇÜK HACET ZİRVESİ (2548 m), ILGAZ DAĞLARI, Çankırı (29 Haziran 2008) ………..…............. 2548 m

MEDETSİZ ZİRVESİ (3524 m), BOLKARLAR, Niğde (12-13 Temmuz 2008) ……………..................... 3524 m

ESENCE ZİRVESİ (Keşiş Tepe) (3549 m), ESENCE DAĞLARI, Erzincan (18-20 Temmuz 2008) ... …3549 m

Çok alçak zirveler gibi görünüyor ama hiç te kolay değil ulaşmak. Haklısınız, hedefi çok yüksek olan birisi için bunlar çocuk oyuncağı. Evet, hedef 8848 metre, yani dünyanın zirvesi olunca bu yükseklikler çok komik geliyor insana… Şimdiki ilk hedefim Everest Ana Kamp (5360m) , Kala Pattar (5545m) ve Island Peak (6189m). Maddi durumumua bağlı olara 2009 ilkbaharı veya sonbaharı bunları gerçekleştireceğim.

Bunları neden yaptığımı tam olarak bilmiyordum. Tek arzum özgür olmaktı… Dağlara ve doğaya karışıp kendimle baş başa kalmak, işte buydu benim için özgürlük. Kısa bir süre de olsa böyle algıladım özgürlüğü. Yalnızlık bir anlamda özgürlük olabilir ama salt yalnızlıkla kazanılan özgürlük hiçbir şekilde tatmin edici değil. Paylaşılmadığı oranda özgürlük sadece yalnızlık demek. Kimle paylaşacaksın? Senin seçtiğin insanlarla mı, yoksa seni seçen insanlarla mı? Zor… Gerçekten zor yanıtı… O zaman geriye tek bir şey kalıyor… Sen koş özgürlüğün peşinde, git gidebildiğin yerlere… Ara, sok kafanı deliklere… Ovala kafanı, acaba içinden neler çıkarabilirim diye… Ikın sıkın, biraz daha, bulacaksın bir şeyleri…

Üffff… Neden be, neden? Kimileri gibi her şeyi olduğu gibi neden kabullenemiyoruz? E, be ahmak, kabullensen insanlık nasıl ileri gidecek. Sorgulayacaksın… Hesap soracaksın… Anlamaya çalışacaksın… sın… sın… sın… sınn… sınnn… sınnnn… sınnnnn… sınnnnnnnnnnn… İşte ancak o zaman insan insan olduğunu anlayacak ve insanca davranmayı öğreneceksin…

Şu anda ne yazdığımın farkında değilim… Yazıyorum öylesine… Elbet toparlarım birgün… Nedir beni bunları yazmaya iten? Farkındayım, yine uzaklaştım dağlardan ve yine bunalıma doğru gidiyorum… Ben dağlara dönmek istiyorum.. Maddi zorluklarım var… Aşmam gereken… Dilenciliği ve talep eden zavallılığı hiç öğrenemedim… Ama gelin görün ki başarmayı arzuladığım her şey paraya mal oluyor… Bunları bir şekilde aşmam gerek ve a-şa-ca-ğım…. Dağların görüntüleri bütün bu zorlukları aşmam için beni teşvik ediyor… Olamaz… Ne muhteşem yerler… Dağlar, bekleyin beni… Ve ne olur beni koynunuza hapsetmeyin… Bir sonraki ve daha sonraki ve en sonunda Chomolungma’ya beni kabul edin… Dünyanın bu zayıf varlığını, sırf kendisini mutlu hissetmesi için bağrınıza basın… Ana tanrıça beni reddetme lütfen…

Ne zaman başlandı bilmiyorum… Bitiş: 05 Kasım 2008, 00.43