ANNAPURNA YOLCULUĞU - III. Bölüm


12.05.2008, Pazartesi


Maalesef beklenilen olmadı ve yatağa gittim. Sabah 5.15’te kalktım. Amaç gün doğumunu izlemek ve bu muhteşem dağları karelere konuk almaktı. Umutluydum, zira her sabah doğa tüm güzelliği ile koynunu bize açıyordu.
Saat 06.45, yani birbuçuk saat geçti, hava hala kapalı. Şu anda da iyice kapattı. Ama yine de umutluyum. Beklemek sorun değil. Esas bugünkü hedefe ulaşmadan yağmura yakalanma olasılığı beni düşündürüyor. Bugüne kadar şanslıydım. Tek tük serpintiler ve çok kısa süreli sağanaklarla atlattım.
Yine de birkaç poz çektim. Annapurna buzulunun fotoğrafları nasıl çıkacak merak ediyorum Bu devasa buzul heybetini fotoğrafta gösterebilecek mi bakalım?
En büyük buzul Khumbu Buzulu imiş, Everest ana kampının olduğu yerde; en uzunu da Langtang Buzulu, Langtang Lirung zirvesinin (7.248m) bulunduğu Langtang Ulusal Parkında. Bu buzulun olduğu ulusal parka da gitmek isterim; düşünebiliyor musunuz, 4500m ile 7000m arasında yer alıyor ve 75 km² bir alanı kaplıyor. İşte gidilmesi ve görülmesi gereken bir yer daha… Bunlar yapılamaz işler değil, yeter ki kişi sağlığına dikkat etsin… Bu da Annapurna Buzulu gibi moren ama çok yerinde Khumbu Buzulunda olduğu gibi o berrak masmavi buzu görmek olası imiş. Zaten Khumbu Buzulunun fotoğraflarını daha önceden de görmüş ve kesin oralara gidip fotoğraflar çekmem gerek diye düşünmüştüm. Kim bilir, belki gelecek sene de Khumbu Buzulu’na giderim ve de hemen yanıbaşındaki 5.545 metrelik Kalapattar’ın zirvesine tırmanırım. Ne muhteşem olur!..
Maalesef sekize beş kalana kadar beklemiş olmamıza rağmen hava açmadı. Biz de yola koyulmaya karar verdik. Tepede donarken 5-10 dakika yürüyüp irtifa kaybettikten sonra ısınmaya başladık. Üstelik aşağılarda hava açmaya başladı. Mis gibi bir güneş!.. Biraz sonra Macchupuchhre çevresindeki bulutlar da epey dağıldı ve bana mükemmel pozlar verdi.
Çok keyifli bir şekilde yola devam ediyoruz. Mustafa dalga geçmekte haklı; yaptığım bana yetiyor diye kendimi aldatıyormuşum. Neymiş ona şu kadar metre kalmış, buna bu kadar metre kalmış. Ağrı ‘da hele! İnsan bu kadar çabuk mu pes eder? Nedeni ne olursa olsun… Gerçi gerçekten öyle de hissediyordum kendimi o zamanlar. Benim için dağlarda bulunmak yetiyordu… Yine de öyle… Ama hedefi yakalamak kadar muhteşem keyif veren bir duygu bu aralar benim için yok. Çok mutluyum!.. Hatta ağlayabilirim bile!.. :(((
Geç yola çıkmış olmamız sonucu Himalaya Oteli yakınlarında yağmura yakalandık. Bu arada şunu belirtmem gerek; dün buradan ABC’ye 6.30-7.00 saatte çıkmışken bugün inişimiz 3 saat 15 dakika sürdü. İniiiiş, seni seviyorum!..
Yağmura rağmen yola devam kararı aldık. İsabetli karar!.. Yolda bir iki damlanın dışında sorun yaşamadık. Bamboo’ya yaklaşırken de güneş açtı ve şu anda bizim gideceğimiz yön açık. Bamboo’da bir iki bir şey atıştırıp yola devam edeceğiz.
Evvelsi gün ve dün ciddi tırmanışlar yapmışız be!.. Fakat işte bu tarz yürüyüşler insanın bacaklarını ve ciğerlerini güçlendiriyor. Madan tam bizim Tekin’lik. Bu güzergâhı (10 gün) 3 günde bitirirler. Bugün biz de sıkı bir tempoyla iniyoruz. 13.30’da Bamboo’ya geldik. En geç 16.00’da Sinuwa’dayız.
Gerçekten ben sezonun bitmeye başladığı bir dönemde gelmişim buralara. Bir bakıma iyi taii… Yollar çok kalabalık değil ve pansiyonlarda yer bulmak hiç sorun olmuyor. Bir tek yağmur var… O da zamanında yola çıktığında seni pek fazla etkilemiyor. Bugüne kadar çok az ıslandık, ona da ıslanma denilirse…
Gel gör ki erken sevinmişim. Yola çıktıktan yarım saat sonra yağış başladı. Aksi gibi tam beş dakika önce dizimin yan bağlarına bir şeyler oldu, her adımda üzerine yüklenince müthiş canım yanıyor. Neyse ki biraz sonra düzeldi. Ağrıyor ama yürüyüşümü çok etkilemiyor. Sadece iniş-çıkışlar uzayınca ağrı yeniden başlıyor.
Yağmur şiddetini artırdı. Çantamın yağmurluğunun olması, ayrıca Madan’ın hem kendisini hem de taşıdığı çantayı koruyan bir naylonunun olması ve benim de kendim için yeni aldığım yağmurluk epey işe yaradı. Benim yağmurluk yine içine geçiriyor ama hiç olmamasından çok çok daha iyi. En az yarım saat-kırkbeş dakika yağmuru yedik. Artık umursamamaya başladım ve tempomu düşürüp sallana salana yürüyüşün keyfini çıkarmaya başladım. Orman içinde yürüyor olmamızın az da olsa ıslanmaya karşı yararı oldu sanırım.
Bir köşeyi döndüm baktım Sinuwaaaa….
Bu arada yağmur da iyice hafifledi. Lanet işe bak yahu!.. Görünen pansiyona 150-200 metre kala ağrı yeniden şiddetlendi, o da yetmiyormuş gibi yağmur da coştu. Olsun be, geldik nasıl olsa!.. Neredeeee? Meğerse bu bizim kalacağımız pansiyon değilmiş. Madan ağrı fazla ve devam edemeyeceksem burada kalmamızı önerdi. Fakat fazla eşyalarımızı aşağıdaki bir pansiyona bıraktığımız için, iki iş olmasın diye, ben oraya gitmeyi istiyordum. Bir de yarın çanta yerleştirerek zaman kaybetmek istemiyorum. Fakat gel gör ki yağmur yeniden coştu, saat 16.10. Bari içeri girip sıcak bir şeyler içelim, belki bu arada bacağımın ağrısı da geçer.
Bekle babam, bekle… Azdıkça azıyor hava. Olamaz, diyorsun, birazdan kesilir. Hiç olmazsa hafifler. Yok anam, bir de fırtına çıkmaz mı!.. Yarım saat sonra, beşi çeyrek geç ne olursa olsun yola çıkıyoruz. Bacağım da iyi görünüyor. Dayanamadım, beşi beş geçe hazırlanmaya başladım. On geçe çıktık. Bir dakika sonra, şansa bak, yağmur hemen hemen kesildi. Bacağım da fena değil. Olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyorum. 25 dakikalık bir yoldaymış bizim yer. Madan aldı başını gidiyor… Gitsin… Yukarılarda çok üşüdü çocuk…
Sonunda pansiyona ulaştım… Yahu ben şanslı insanım; ulaştığım gibi yağmur bir indirdi ki demeyin gitsin…
Yemeğimi Madan’la paylaştım. Yahu sevdim bu çocuğu… Garip insanlar bunlar… Anlamıyorsun önce ama sonra yavaş yavaş içinde büyüyorlar… Çok garip…
Biraz daha burada oturup sonra odama çıkacağım. Günlerdir ilk defa elektrik olan bir yerdeyiz. Biten pilleri şarja koydum. Normalde dokuzda bitecek ama sanırım kısa keseceğim. Ayrıca bugün edebiyat parçalamak veya duyguları yazıya dökmek yok. Siparişle olmuyor bu işler.

13.05.2008, Salı

Sabah dörtte uyandım. İlk defa uzun ve deliksiz uyudum, tahmini altı saat. Son yılların rekoru. İyi uyuyabilmek için dağlardan fazla uzak kalmamam gerek sanırım ;-)) Eh bu saatte ayaklanmak olmaz, ikinci kitabı da (Hazır mısın, Everest?) bitirdim. Kalkıp eşyalarımın arta kalanını topladım. Bir tost iki lokma bal ile kahvaltımı yaptıktan sonra yola çıkmaya hazırım.
Bugün altı buçuk saat, üstelik ıslanmadan, yürümüş olmamıza rağmen (dün en az on saat yürüdük) daha çok yoruldum. Kesin sıcağın etkisi.
Patates kızartması ve ananas suyundan oluşan yemeğimi yemiş bu satırları yazarken yağmur başladı, ama burada geçici bulut yukarıda kesin şakır şakır diye yazmaya başladığımda bana gelen ciddi kara bulutları gösterdiler. Bakalım.
Artık iniş çıkışlar sıkıntı veriyor ama bu da bu işin kaçınılmaz parçası. Tabii bir de yapılması hedeflenenin yapıldığı, yani Annapurna Ana Kampına çıkış, ve artık gerisinin angarya gibi gelmeye başlaması ana nedeni oluyor bu sıkıntının. Yapılacak olan kalanların bir an önce yapılıp eve dönme arzusu da körüklüyor bu duyguyu.
Aşağılara, sıcak bölgeye indiğimiz nasıl da belli oluyor. Kara sinekler bir türlü huzur vermiyor. Dur bakalım, Sin-Kov işe yarayacak mı? Yaradı gibi be!.. Bacaklarıma konmuyorlar artık.
Çok ilginçtir, Chitwan, bilmem ne hiç cazip gelmiyor. Ki müthiş fotoğraflar sunan bir doğal parkmış…
Eve gitmek istiyorum. Aşkımı, oğlumu kucaklamak istiyorum. Şöyle doya doya, sindire sindire kafa çekmek istiyorum….
Bu ruh halinde daha ne yazabilirim ki?.. Ama yazmam gerek, unutuyorum sonra.
Madan Aralık 2007’nin sonlarına doğru köyünden ayrılmış, yani karısı ve iki çocuğundan, ve o zamandan beri görmemiş onları. Ben ise on günlük ayrılığa dayanamıyorum!..
Bu dağlar, teleferik yapılmadığı sürece, ulaşım için bir tek yürüyüşçülere ve taşıyıcılara geçit veriyor. Bu taşıyıcılar insan üstü varlıklar. Ufacık, tefecik sıska adamlar ama gelin görün o dağlarda taşıdıkları yükleri. Dudağınız uçuklar… O yüzlerce basamağı tırmanırlarken ancak yavaşlıyorlar!.. Düz yolda ve aşağıya inerken kimi zaman adeta koşuyorlar. Olağanüstü insanlar!.. Eminim yok pahasına çalışıyorlar, ama hemen hemen hepsi o yüklerin altında bile güler yüzlü… Canlarım benim… Yıllık ortalama gelirin 200-250$ olan bir ülkede başka nasıl olabilir ki? Halbuki ülkenin zenginleşmek için potansiyeli öylesine yüksek ki!.. Öyle ekonomi konularından çok anlamam ama benim dahi gördüğüm olanakları ülkeyi yönetenler de biliyordur.
Su açısından böylesine zengin ülke çok azdır herhalde. Nasıl büyük bir zenginlik ve hala pis su içiyorlar. Enerji açıkları inanılmaz!..
Ya, o dağlardaki orta yerde ışıl ışıl parıldayan madenler? Yine diyorum ya, anlamam… Ama, el insaf, ben ülkem de de az çok dağları tepeleri dolaştım. Yok böyle bir şey. Her taraf değişik renkte pırıl pırıl parlayan taşlarla dolu. Bunların mutlaka bir değeri olmalı.
Yarı tropik ormanlar… Mutlaka bir getirisi olmalı…
Turizm!.. Zaten ’68’lilerin başlattığı bir göç var Nepal’e ve o zamandan bu yana hala ilgi odağı. Dünya turizmine baktığımızda hala bu açıdan çok geriler…
Yani, işte benim görebildiğim birkaç şey bu.
Neden geri kalmış peki?
Esas sorulması gereken bu olmalı…
Bundan iki yıl öncesine (2006) kadar adı “Başbakanlık” olan bir makamı işgal eden süale, hanedan (bu arada belirtmek gerek, bir de kralları var o dönemde… Tamamen süs!..) ülkeyi sömürdükçe sömürmüş. Ülkenin yararına bir taş bile koymamış. Eğitime yatırım sıfır. Olan birkaç okula yalnızca ülke yönetimine hakim elit tabakanın çocukları gidebiliyormuş. Katmandu’daki gözlemlerim, hiç olmazsa, eğitim alanında gelişmelerin olumluya gittiği yönünde. Bu, aynı zamanda da dağlarda da gözlediğim bir nokta. Hemen hemen her dağ köyünde bir sürü çocuk okullardaydı. Katmandu’daki okul adlarına bakar mısınız? “Blue Angels-Mavi Melekler”, “Little Angels-Küçük Melekler” ve bunlar gibi daha bir sürü okul ve tümünün öğrencileri pırıl pırıl, tertemiz…
Maocu’ların bu gelişmelerde etkisi olduğu açık. Şu anda da parlamentoda çoğunluk onların elinde. Sanırım secim geçen ay yapılmış. Bunun sonucunda gerillalar silahlarını bırakıp Birleşmiş Milletlerin buradaki gücüne teslim etmişler. Bu seçim Anayasa seçimi olarak geçiyor. Anayasa yapıldıktan sonra yeniden bir seçime gideceklermiş.
Biraz önce ilginç bir bilgi daha edindim. National Geographic kanalında izlediğim bir bal peteği avcılığının yapıldığı yerdeymişim şu anda. Yemek salonundaki kocaman bal peteğini Madan’a gösterdiğimde o anlattı. İnsanın televizyonlarda gördüğünü mekanında görmesi ne tatmin edici bir duygu… Ama tabii televizyonlar yerine kendi gözüyle, benliği ile görmesi daha da muhteşem…
Ana kamptaki gecemi yazıp yazmadığımı anımsamıyorum. Böylesine zor bir gece yaşamadım şimdiye dek. Kitabımı bira okuyup uyudum. Ne kadar zaman sonra bilemiyorum ama boğulacak gibi çılgınca havaya ihtiyaç duyarak uyandım. Zor kendime geldim. Tekrar uyumaya çalıştım. Aynı şey tekrar oldu… Ne oluyor anlamadım!.. Bir, iki, üç, beş… Devam ediyor. Acayip rahatsız edici bir duygu. Bir yandan dayanılmaz bir şekilde uykusuzluk çekiyorsun diğer yandan tam dalınca havasız kalıp fırlıyorsun…
Ne garip bir dağ bu? Ağrı’da 4.200’de uyurken bile hiç bu kadar kötü olmamıştım. Burası farklı sanırım…

14.05.2008, Çarşamba

Pokhara Gölüne (Phewa Gölü) karşı oturmuş Nepal votkamı yudumluyorum. Üstümden müthiş bir yük attım… Canımla yazıştım… Dostlara ileti gönderdim ve de yaşgünleri bu günlere rastlayan dostlara yaşgünü kutlaması yolladım…
Gerçekten çok mutluyum… Karımla yazıştım… Canım benim… Bilirim onu, nasıl da meraklanmıştır, günlerce benden haber alamayınca…
Sabah yediye yirmi kala yola çıktık. Madan yine beni kandırdı; “Bundan sonra artık hep iniş, yalnızca arada bir 5-10-15 basamak var…” Kerata kafa bulmuş bizimle… Yok yok, aslında moral veriyor. Zira bir başladık ki sorma, bir saatten fazla tırmandık. Zorlu bir tırmanış değil ama sonuçta iniş te değil… Yine de 3.5 saat gibi bir sürede bizi Pokhara’ya ulaştıracak taksiye ulaştık. 45 km.’lik yol = 20 Lira.
Hemen odama çıktım ve eşyaları bir düzene soktum. Madan’la Katmandu’ya yollayacağım çanta tıka basa doldu. Bu iş bittikten sonra arınma zamanı geldi çattı…
Ohhh beee!...
Temizlik ne güzel şey!..
Şu anda uzanıp kestirmek var ama alışveriş beni bekliyor. Önce bir kızıma 350 Rupiye bir giysi aldım. 800 Rupiye Oya’ma bir bluz ve ikimize birer bere, yine 800’e bir şapka ve bir içlik, 1250 Rupiye 3 CD (özgün Nepal müziği), 1000 Rupiye iki poster; biri Annapurna, diğeri Everest, ki şu anda odamı süslüyorlar…1680 Rupiye 4 kitap ve sanırım son olarak ta Oya’ma beğeneceğini arzu ettiğim süper iki el işi ceket. Dilerim bedenine uyar…
Burada ne yazmışım biliyor musunuz?
Aynen şöyle:
“Bu bölüm sonradan yazıdan çıkacak. Sırf millet merak edip soracağı için anımsayabileyim diye yazdım bunları.
Madem paradan söz ediyoruz, dağdaki günlük giderimden de söz edeyim bari… Gerçi bu rakamlar kesin değil; günlük ortalama 1000 Rupi harcadım sanırım… Buna yeme içme, pansiyon dahil. Yemeyi seven birisi için bu rakam artabilir. Ben çok az yiyordum… Üff.. Para işi işte böyle!..
Etrafımda öylesine bir hareket var ki anlatamam… Yakındaki bir otelin barında oturup hem bunları yazayım hem de bir kadeh bir şey içeyim dedim, üç otobüs dolusu turistin doluştuğu bir ortamda buldum kendimi. Tabii hepsi de içkici oldukları için bar bir türlü sakinleşemedi. Başka da çarem yok, iki yudumluk içkim bitene kadar buradayım…
Akşam yemeğinden sonra, ki çok erken yedim, biraz yürüdüm. Kayıkların olduğu yere yaklaştığımda kralın yazlık sarayı solumda kalıyordu. Ancak yüksek duvarlardan sarayı görmek olası değil. Bir kayık kiralayıp göle açılmak ve oradan sarayı görmek te o anda aklıma gelmedi. Duvarların ardında devasa bambu ağaçları ve onların üzerinde tünemiş, oradan oraya uçuşan bir kuş grubu var. Yine belgesellerde izlediğim şeyler şu anda burnumun dibinde… Ne güzel bir duygu bu, olamaz böylesi güzellik…
Bu hengamede ancak bu kadar yazılır. Şu lanet içki de bir türlü bitmek bilmedi. Yemek öncesi içtiğim hiç fena gelmemişti ama bu zehir gibi bir tat bıraktı ağzımda…
Ortalık sakinledi… O ilk furya kalmadı… Ama benim buralarda işim ne? Bizim bir an önce dağa, köye kısaca kentten uzak bir yere gitmemiz gerek… Ben buralarda mutlu olamıyorum. Şu yazdıklarıma baksanıza…
Neyse, içki içindeki limonları iyice ezdim ve biraz içilebilir oldu da şimdi bitmek üzere… Hamam gibi odama çekilip kafamı dinleyeyim. Bugün burası Temmuz sıcağı yaşıyor. Gel de dağdaki üşüdüğün anları arama…

15.05.2008, Pepşembe

Chitwan hayaliyle, zaten lanet bir köpeğin bütün gece havlaması sonucu uyuyamadığım gecenin ertesinde, kalktım.
Her şey yolunda, ta ki garaja gidene kadar. İşte, otobüsüm orada… Girip yerleştim. Madan’ın yüzü pek hoş değil. Şoför devamlı telefonda. Sonunda Madan ağzından baklayı çıkardı.: Bugün itibarı ile Chitwan’a giden tüm araçlar greve gitmiş.
Feci afalladım… Ne yapabiliriz? Düşünüyorum. Madan Chitwan’daki oteli aradı, 25 km. kadar yakınındaki bir yere ulaşabilen bir otobüs varmış, beni oradan alabilirler mi? Yanıt olumsuz. Yarını bekleyip uçakla gitmek bir seçenek, ama para suyunu çekmek üzere. Uçak parası bütçemi tümüyle sarsacak. Üstelik bugün değil yarın uçabileceğim. Kısacası, program allak bullak.
Acele düşünmem ve bir karar vermem gerek. Kredi kartımı da kullanmak istemiyorum. Hızlı düşün, Rüştü… Katmandu otobüsünün kalkmasına da 5-10 dakika var,… ÇABUK!...
“Madan, burada kalmanın alemi yok. Ben de seninle Kaetmandu’ya geleyim. Yolda ne yapacağıma karar veririm. Bilet işini çözebilir misin? Chitwan biletini Katmandu’ya çevirebilir misin?”
Sırt çantamı kaptığım gibi Katmandu otobüsünün olduğu yere gittik. Madan yetkililerle konuştu. Baktım sorun yok gibi… Neyse ki sorun çıkmadı ve hemen otobüse yerleştim. İki dakika sonra da otobüs hareket etti.
Bu yolculukta hemen şoförün arkasına oturduğum için çevreyi rahatlıkla izleyebiliyorum. Fakat bunun yanı sıra ikide birde de yüreğim ağzıma gelmiyor desem yalan olur. Böyle araba kullanan yerler de mi varmış? Bu ne çılgınlık, bu ne kuralsızlık? Ya yayalar? Yahu şehirlerarası yolda neredeyse yolun ortasında yürüyorlar… Sanki, “Bana ne, sürücü dikkat etsin!...” der gibiler… (Cehalet her yerde aynı… Bizim ülkemiz çok mu farklı?)
Ulan, kenara çekil!.. Üfff… Kalbim bu yolu bitirmeye dayanabilecek mi? Bilemiyorum!...
Bir 20 dakika ve bir kez de 25 dakika mola vererek 200-210 km’lik yolu 6 saat 45 dakikada tamamladık. Havada çok sıcak. Son saatlerde artık popom canımı yakmaya başladı. Yol boyunca da beş kez polis kontrolünden geçtik. Giderken den aynı şeyleri yaşamıştık… Madan kendince bir açıklama getirdi ama hiçbir şey anlamadım…
Bir daha Nepal’de otobüs yolculuğumu, ASLA!... Düşünebiliyor musunuz, iki buçuk üç saatlik yolu neredeyse yedi saatte kat ettik. İnsaf!..
İndiğimiz yerden 5-20 dakikalık bir yürüyüşle otelimize geldik. Neyse bu Potala Guest House’tan daha iyi. Bir sürü seçenek var. Ben içinde duş olan en ucuz seçeneği, 14$, tercih ettim. Daha ucuzu da daha pahalısı da var…
Eşyaları odaya atıp Asian Heritage ofisine gittik. Benim derdim bir an önce alacak verecek hesabını kapatmak. Serde melankoliklik var ya!... Öyle de yaptım. Borcumu ödedim ve kendimi sokaklara attım. Hemen de kayboldum. Esnafa, diğer otellerin görevlilerine sorarak buldum sonunda otelimi…

Tekrar dışarı çıktığımda fazla uzaklaşmadan çevreyi keşfe başladım. Keşfedecek bir şey de olsa bari… Her taraf dükkan… Eh, madem bu kadar çok dükkan var bir iki bir şey almazsam ayıp olacak…
Önce kendime 1335 Rupiye (27-28 lira) kolsuz bir anorak aldım. Yolda askıntı olan bir hatundan üç tane çok sevimli, minik bez çanta aldım… Vakit geçsin diye dolaşmaya devam… İşte o anda Oya’mın beğendiği tarzda, yani Ankara’da 25-30 liraya aldığımız, bir bluz gördüm. Al aşağı, ver yukarı, 250 Rupi’ye de onu aldım (5 Lira). Böyle almaya devam edersem bir sırt çantası da almam gerekecek.
Dışarıda bir yerlerde standartlara göre biraz pahalı bir yerde balık yedim. Yanında yeterli miktarda patates kızartması ve az salata ile servis yaptılar. Bir de taze mango suyu içtim. Vergiler, şu bu tam 575 Rupiye patladı bu bana… Tam bir soygun… Bu kadar şey için 600 Rupi verdim, yani 12.50 TL. ;-)) Ne soygun, ama di’mi?
Farkında mısınız? Kente döndüğümden beri duygular yerini materyalizme bıraktı. Olsun beeee!.. Çok değişik bir deneyimi yaşam haneme yazıyorum. Duygu ya da materyalizm olsun…
Ücreti işime gelirse bir rickshaw tutup biraz kent içinde gezmeyi düşünüyorum. Notlarım bitince gidip şu Katmandu haritasını gözden geçireyim….
BİİİİTTTTİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİ…………………………..
Not.
Evvelsi gün bir sürü öğrenci çocukla birlikte en az yarım saat birlikte yürüdük. Bu yolculukta bana eşlik eden Dependra, 14 yaşındayım dese de, bana daha küçük göründü… Çok şeker ve girişken bir dost… Dilerim çok güzel yerlere gelir… Ayrılırken ödev verdim: okula gider gitmez atlası açıp Türkiye’nin nerede olduğunu öğrenme ödevi…
Yahu, kırsal kesim ve dağ insanı her yerde ne kadar da güzel…
Dağlarda çocukların fotoğraflarını çektikten sonraki tepkileri, o da bazen, şeker istemekti. Kentte ise herkes para peşinde. Sümükleri aka aka; “Sweet!.. Sweet!.. Sweet!.. (Şekeeeer!... )” deyişleri, kendileri gibi şeker isteyişleri hiçbir şey veremediğim için nasıl da üzdü beni!... Akıl edip, şekerleri depolamayı unutmuşum…Halbuki hep aklımdaydı!... Bu dilerim iyi bir ders olur ve her doğaya gitmeden önce stoklarımı hallederim…

16.05.2008, Cuma

Geçmiyor zaman yahu!..
Sabahın köründe kalktım. Ne kadar ağırdan hareket ettiysem de ancak 09.00 edebildim saati. Daha dükkanların çoğu açılmadan ağır ağır yola koyuldum. Durbar Meydanı’na gidiyorum. Gerçi bu ikinci gidişim ama fotoğraf çekecek başka bir ortam da bilmiyorum.
Çeşitli tapınakların olduğu bir meydan burası. SADU’lar, satıcılar daha bu saatte meydanı doldurmaya başlamışlar. Anormal bir kalabalık var…
6 milyonluk bir kent burası… Karmaşanın yarattığı tedirginlik nedeni ile bildiğim yerlerden çok fazla uzaklaşamıyorum. Gerçi ne olacak? En kötü olasılıkla kaybolursam bir taksiye atlar otele dönerim… Ama yine de para suyunu çekmeye başladı…
İlgimi çeken o kadar çok ey var ki, üstelik çok ta ucuz… Örneğin, birkaç tane DVD aldım, tanesi 3.00 lira. Gel de alma… İnsanları anlıyorum şimdi; Çantalarınız boş gelin, doldurup geri döneceksiniz. Belki de ikinci bir çanta alıp onu da dolduracaksınız” diyorlardı da abartıyorsunuz diyordum… Gerçekten çok albenisi olan şey var… Onun için ben otelde oturup kafamı dışarı çıkarmayayım…

Otelin bahçesi de çok haslında aslında… İyi ki Potala Guest House’ta kalmamışım. Burası çok daha güzel ve pahalı da değil.
Bahçenin bir köşesinde duvara oturtulmuş güzel heykelciklerin içinden havuza sular dökülüyor. Normalde bu su sesi beni sıkardı ama şimdi çok hoş geliyor. Sokaktan ve karmaşadan 40-50 m içerideyiz… Hemen hemen yalıtılmış gibiyiz…
Saat daha 11.30. Türkiye’m saatiyle 08.45… Oya’m şu anda işe gidiyor. . Bir iki saat sonra bir internet kefeye uğrayayım...
Haydi az kaldı.. Bir buçuk gün, Rüştü…
İşte akşam oldu.. Rum Doodle’da (Everest zirve yapan herkese ömür boyu hizmet veren bir restoran) yemeğimizi Madan’la yedik ve sonrasında yine dağcıların uğrak yeri olan Tom&Jerry Pub’a gittik. Böylece bu kadar ünlü olan, dünyaca tanınan iki yerde yemek ve içmek şansını yakaladım… Çok mu önemli? Hayır, tabii ki değil… Amma, düşünebiliyor musunuz dünyanın en ünlü dağcıları bu mekanlarda yemiş içmiş… İnsan sanki kendisini onlarla o anda birlikteymiş gibi duyumsuyor… Belki şu açıdan da bu önemli; insan değer verdiği insanların bulunduğu ortamlarda bulunmaktan mutlu oluyor, keyif alıyor… Şu anda kaldığım otel 1902 yılında yapılmış, aristokratlar için… Bir zamanlar Beatles burada konaklamış… İşte tüm bunlar bana olağanüstü keyif veriyor…
Düşünebiliyor musunuz ben de aynı dönemlerde BEATLES ile aynı oteli paylaşayım… Benim için olağanüstü olurdu…
Evet artık yarın son günüm…
Üzgün müyüm?..
Hayır, aksine eve dönmek beni çok mutlu ediyor…
Ben kesin kafayı yedim… Dağ diyorum da başka bir şey demiyorum… Dağ denilince içim anlatılmaz duygularla kabarıyor… Yukarıda anlattıklarım da keyif vermiyor mu? Veriyor, tabii ki, ama ne de olsa kent yaşamı…
Bir zamanlar “Vahşetin Çağrısı” diye bir film izlemiştim… Sanırım Jack London’ın kitabından uyarlama (CALL OF THE WILD). Bu filmi izlediğimde çok etkilenmiş ve oralarda yaşamayı o kurt kadar özgür olmayı düşlemiştim..

RUHUM ÖZGÜRLÜĞE MÜTHİŞ AÇ VE BU ÖZGÜRLÜĞÜ ANCAK DAĞLARDA YAKALAYABİLİYORUM.

Burada her şey güzelleşiyor
Doğa güzelleşiyor...
İnsanlar güzelleşiyor…
Ve her şeyden önemlisi…
BEN GÜZELLEŞİYORUM…
Daha ne olsun?....

İşte bugün bunlardan uzak bir gün geçirdim… Güzel anlar olmadı mı? Tabii ki oldu… Ama karmaşa ve sefalet insanı üzüyor beee… Bu insanlar bunları hakketmiyorlar bee… Fakat gelin görün ki çok ta sorun etmiyorlar. Düşünsenize, ortalama yıllık, aylık, haftalık değil, yıllık gelir 200-250$ ve bu insanlar göreli olarak suçtan çooook uzak…
Herkes gülümsüyor…
En fakir, en sefil olan bile… Bu nasıl oluyor, anlaşılır gibi değil…
Ben sevdim bu ülkeyi yahu!...
İlk başlarda;
“Hayır, istemem. Çıkarın beni bu ülkeden”, diyorsunuz.
Ama, çok ilginç, tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile çelişkileri ile sizi sarıp sarmalıyor bu ülke… Bir daha, bir daha gelmek istiyor ve her köşesini keşfetmek istiyorsunuz.
Türkçesini şimdi bilemedim;
“THIS LAND GROWS ON YOU” der İngiliz gavuru…
Hala kızıyorum sırnaşarak yaklaşıp bir şeyler satmak isteyenlere… Ama bu konuda aksi bir herif olduğum için peşimi bıraktılar…
Türkiye’de, canım ülkemde tamam ama gurbette yalnız olmuyor be gülüm… Ya senle, ya da can dostlarla daha keyifli olacak bu işler.
Paylaşılmadığı sürece, aşkım, keyifler hapis kalıyorlar… Büyüyemiyorlar…
Büyümek, çoğalmak istiyorlar… Ama olmuyor, içimizde kabarıp kabarıp bizi kabız (:)) ediyorlar…

Yoruldum be…
Duygularımı bana siz anlatın..
Yoruldum be…
Hep
Her etkinlikte…
Dedim size…
Çok yorgunum…
Anlamadınız,
Dinlemediniz..
Ben
Çok
Yorgunum beeee…
Beni sevgimle bırakın…
Bana dokunmayın artık…
Çoook yorgunummmmm…
Sevgimi bana bırakın…
Çook yorgunum…

Eh bu kadar yorgunluktan sonra gidip üç kişilik odamda yayılayım…

17.05.2008, Cumartesi

Yine sabahın köründe kalktım. Bari keyif yapayım diyerek uzandığım yerde kitabımı okudum. 10-15 dakika sonra müthiş bir yağmur indirdi ve bu 40-45 dakika sürdü. Patan için planlarımı değiştirdim ve gitmemeye karar verdim.
Kahvaltıdan sonra biraz oyalandım ve öğlene doğru kraliyet sarayına doğru gittim. Saraya yaklaşmışken daha önce Madan’la yürüyüşe başlamadan önce Greenline otobüs firmasının olduğu yere giderken gördüğüm ve Madan’ın farklı bir yer olduğu söylemi doğrultusunda görmem gereken bir yer olduğu düşüncesi ile bu parka girmeye karar verdim. Parka giriş ücretli; 160 Rupi. Buraya adım attığınızda tamamıyla farklı bir dünyaya giriyorsunuz. Sefaleti, dilenen perişan, yerlerde yatan anne ve çocukları kapı önünde bırakıyor ve huzur dolu bir cennete giriyorsun. Etrafta sular akıyor. Ortada, içinde değişik, kırmızı tropik balıkların yüzdüğü ve ilk defa bu cinsini gördüğüm nilüferlerin gözler için şölen oluşturduğu bir havuz. Değişik köşelerde kafe ve barlar. Buganvillerin bonsai’ları. Çeşit çeşit çiçek ve ağaç. Kısacası olağanüstü huzurlu bir ortam. İnsan inanamıyor…

Kraliyet sarayının yakınında olduğum için olsa gerek diğer taraflarda neredeyse 1½ şerit olan yollar burada birden dört şeride çıktı. Komedi, saraydan uzaklaştıkça yollar yine daralıyor. Komedi ki ne komedi…

Sıkıntıdan patlıyorum. Bu Chitwan işinin olmaması bütün işleri altüst etti. Hem ekonıomik açıdan hem de zaman geçirmek açısından. Gezmek için yakın çevredeki her yeri gezdiğimden gezecek, bildiğim kadarı ile, bir yer kalmadı. Tabii mutlaka görülmesi gereken bilmediğim yerler vardır ama bu iş rehbersiz biraz zor…

Neyse, şimdi saat 18.00 ve bir uykuluk zamanım kaldı. Bir Cuba Libra ısmarladım. Yıllardır duyarım adını ama içmemiştim. Sonuçta bir kokteyl ve her kokteyl gibi lezzetli. İlk gençliğimdeki San Fransisco gibi olmaz umarım. Bir iki taneyi gayet rahat içerdik ve bir şey olmazdı. Ama kısa bir süre sonra birden ZONK!.. diye yere sererdi adamı. Akşam yemeğinden sonra bir iki kadeh brandy yuvarlayıp yatarım. İşte zaman geçti…

Sıkıntıdan yoruldum. Şimdi biri gelse konuşmak istese ya aptal aptal bakarım ya da şutlarım. Ben en iyisi yemeği ısmarlayıp bir an önce yiyip içip odama çekilerek kitabımı okuyup günün son dakikalarını bu şekilde tamamlayayım.

Gelecek sene Sagar Matha (Everest) programını çok titiz bir şekilde hazırlayıp olabildiğince kentlerden uzak kalmalı, zamanın hemen hemen tamamını dağlarda geçirmeli. Grup olarak gelirsem de en az dört en çok sekiz kişi gelmeli. Aslında dört ideali. Daha önce düşündüğümün aksine Kalapatthar’ın yanı sıra Island Peak’i (Imja Tse – 6189 m ) de programa alabilirim. Bunları yazarken bile keyfim yerine gelmeye başladı…

18.05.2008, Pazar

Yavaş yavaş eve dönme heyecanı çökmeye başladı. Saat 07.30 ve kahvaltımı bekliyorum. İki saat sonra havaalanındayım. İyisi ile kötüsü ile ama genelde hep mutlu bir seyahat daha sona ermekte…

İçim bir hoş. Duygularım karmaşık. Ama dönüş mutluluğu ağır basıyor. Sanırım ülkenin sefaleti ve haksız yere böylesine fakir bırakılışı üzüyor insanı. Daha fazla bu görüntülere tanık olmak istemiyorsunuz.. Dağların işte bu güzel yanı var. Fakirlik sefalet boyutlarında değil. Daha bir insancıl yaşam sürüyorlar.

Madan 9.00’da geldi arabayla ve beni havaalanına bıraktı. Cep telefonumla birlikte 30$ verdim. Daha önce de birkaç tişört, atlet, şapka ve bir iki malzeme vermiştim. Mutlu ayrıldık.

Son kuruşlarımı harcıyorum. Dilerim Bahreyn’de para gerekmez. Orayı atlattık mı tamamdır. Ülkemde sorunum olmayacak.

Pasaport kontrolü ve özellikle check-in biraz zahmetli oldu. Yalnız bunları yazarken kendime kızıyorum. Bazen çok çabuk etki altında kalıyorum ve saçma tepkiler veriyorum. Aslında bura insanı güleryüzlü ve yardımsever.
Havaalanına gelirken gözüme takılan ancak daha önce söz etmediğimi düşündüğüm iki noktayı burada anlatmak istiyorum.

İnekler ve mandalar burada da Hindistan’da olduğu gibi sokaklarda, caddelerde rahat rahat dolaşıyorlar. Trafiğe o denli alışmışlar ki çoğu zaman kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. O zaman aracın onların etrafından dolaşması gerekiyor. Ülkenin önemli çoğunluğunun Hindu olması bunun nedeni tabii ki. Doğal yaşam sürelerinin sonuna kadar yaşıyorlar. Halk yalnızca onların sütünden ve gübresinden yararlanıyor.

İkinci konu ise, sular. O kadar zengin su kaynakları var ki; ama ne içme suyu ne de enerji kaynağı olarak değerlendiriyorlar. Hele yerleşim bölgelerine geldiğinizde sular öylesine kirleniyorlar ki bırakın kullanmayı dönüp bakmak bile istemiyorsunuz. Gelin görün ki böylesine kirlenmiş suların içinde insanlar yıkanıyor ve çamaşırlarını yıkıyorlar. Ayrıca sokakta, ana yol kenarında akan bir çeşmenin başında kadın-erkek, çoluk çocuk yıkanırken görmek hiç te şaşırtıcı değil.

İnsan buralarda dolaştıkça, bu ülkede yaşadıkça garip bir şekilde bu insanlara alışmaya ve onları oldukları gibi kabul edip sevmeye başlıyor. Daha ben o aşamaya ulaşamadım sanıyorum, ama bir dahaki gelişimde bunun hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini sanıyorum. Bu insanlar kesinlikle daha iyisini hakediyorlar.

Uçağın saati değişmiş. 12.45 idi 12.00’ye almışlar. Neyse ki çok erken havaalanına ulaşmam sorun çıkmadan yetişmemi sağladı. Bahreyn saati ile en geç 3’te orada olacağız. Gündüz gözü ile biraz gezerim artık.

Burada da evdeki hesap çarşıya uymadı. Hesapta olmayan bir yere iniş yaptı uçak. Bir sürü yolcu indirdikten sonra 3 saate yakın bizi uçakta tuttular. Birkaç yolcu alıp sonunda Bahreyn’e hareket ettik. Beş saatlik yolculuk 8 saatte tamamlanıp bir saat te Bahreyn havaalanında formalitelerle uğraşınca yine karanlığa kaldık.

Katmandu saati ile 9.00’da otelden ayrılıp 22.00’de Bahreyn’deki otele ulaştık (Bahreyn saati ile 19.15). Explorer grubunun kalabalıklığı sayesinde giderken kaldığımız randevuevi benzeri oteli tekrar bize vermeye kalktıklarında onların şiddetli tepkisi sonunda daha iyi bir otele yolladılar bizi. Hem merkeze hem de kraliyet sarayına yakın. Dolaşmak bana olmayan paraya mal olacağından yemeğimi yedikten sonra odama çekildim.

Güzel bir duş aldıktan sonra defterimin başına oturdum. Sabah 5.00’te uyandığım için biraz yorgunum tabii. Biraz kitabımı okuyup uyuyacağım.

19.05.2008, Pazartesi

Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun…

Gece ikiye doğru anormal bir şarkı, orkestra, bağırtı çağırtı ile uyandım. Ne iş anlayamadım önce. Sonra sanki bir yerde parti var herhalde diye düşündüm, hem de çok gürültülü. Biraz bekledim, ama olacak gibi değil. Uyumak olası değil. Resepsiyonu aradım. Resepsiyondaki çocuk üst katın gece kulübü olduğunu ve bu gürültünün sabah 5-6’ya kadar süreceğini söylemez mi? Hadi bakalım!.. Bir de yapacak bir şeyin olmadığını söyledi… Arap’ın mantığına bak yahu; dünyanın her yerinde yerin dibinde olan gece kulübü binanın en tepesinde ve sabah beşlere altılara kadar otel müşterisi bu gürültüyü çekmek zorunda… Olacak gibi değil… Hala aklım almıyor!..

Ne yapalım? Yarın gece Ankara’da uyurum artık dedim ve aldım elime kitabımı. Aklıma yatarken gürültü yapıyor diye kapattığım havalandırma geldi. Bari serin serin yatayım diye hemen açtım. İlginç bir şekilde yukarıdaki şamatanın olumsuz etkisini biraz uzaklaştırdı. Çok ilginç… Tabii bu anormal gürültünün arka plana atılmış olması yavaş yavaş uykumu getirmeye başladı. Uyuyakalmışım…

Sabah 6.45’e kurmuştum saati ama 6.00’da uyandım. Biraz keyif yaptıktan sonra kahvaltıya indim. Feci bir sis var. Kimi kum fırtınası, kimi toz fırtınası ve kimi de sis yorumları yapıyor ve uçağın kalkıp kalkmama konusu tartışılıyor. Fakat havaalanında uçakların kalkmaması gibi bir durumun söz konusu olmadığını öğreniyoruz.

Yarım saatti kalan yolcuların binmesi için bekliyoruz. Yeni bindiler. Birazdan kalkarız sanırım..

Uçakta yine Explorer’dan Everest Ana Kamp ve Kalapattar’ı yapan ekipten 18 kişi ile birlikteyiz. Kalan sekiz kişi Island Peak’i de yaptıkları için daha sonra döneceklermiş. Yakın tanıştığımız bazıları; Banu, Tezcan, Özcan (Antakya’dan), Şükrü ve eşi (komşu, BİM marketin üzerinde oturuyorlarmış) ve Servet ile Mehmet (İzmir’den)… Banu, Erdem Yavaşça (Alınca-Likya Yolu) ile anaokulundan beri arkadaşlar. Sohbet ede ede yolu tükettik ve tam saatinde Atatürk Havaalanına indik. İşler umduğumdan hızlı hal oldu ve yarım saat içinde tüm işlemler sona ermiş, çantalarımı almış gümrükten çıkmıştım.

Yolun uzun olması ve yorgun olmam nedeni ile Ankara’ya uçakla dönmeye karar verdim. Ancak hiç hesapta olmayan 19 Mayıs tatili nedeni lie ve de yarın Meclis’teki bir toplantı nedeni ile tüm milletvekillerinin uçağa yönelmesi sonucu hemen hemen her saat başı olan uçakların hiç birinde yer bulamadım. Çaresiz otogara yöneldim. Belki bir saat erken kalkan otobüste yer bulma umudum da aynı nedenden ötürü suya düştü… İyi ki daha önceden 17.00 otobüsüne yer almışım, yoksa yaya kalacaktım.

Molaya kadar bir güzel uyumuşum. Bu notları yazdıktan sonra yine kestiririm sanırım. Molada otobüsten inince çok hoş bir sürprizle karşılaştım. Coşkun can da (Özaşçılar) otobüste imiş. Bir iki lafladık, ayrıldık. Ben dışarıda fazla oyalanmadan otobüse geri döndüm zira anormal bir kalabalık var, başım döndü.

Hareket saati gelince bir baktım Coşkun hoş geldin hediyesi olarak bir kutu Bolu çikolatası almış. Nasıl mutlu oldum tahmin edemezsiniz. Çok tatlı bir jest oldu benim için. Dostlar arasına geri dönmek müthiş keyif… Teşekkür ederim Coşkun can…

Ülkeme dönmek müthiş bir keyif…

Hele hele, birkaç saat sonra aşkıma ve canım oğluma kavuşacak olmak müthiş, olağanüstü bir keyif… :))))