28 Haziran 2008 Cumartesi
06.05.2008, Salı
Düşüncem doğru çıktı. Pokhara’dan taksiye bindik ve Nayapul’a iki saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık. Başlama noktası. (Bu kadar yola 1000 Rupi verdim; 20 lira!..)
Saat 09.15’te yürüyüşe. İlk etaplar çok keyifli geçti. Ohhh beee!... Keyfim yerine gelmeye başladı. Sırasıyla Birathanti, Malathanti, Sudame ve Hile’den geçtik. Tikhedunga’da yemek molası verdik. Burada terasın uygun bir yerine Türk bayrağı çıkartmasını yapıştırdım. Terasta bulunan iki Güney Koreli kızdan birisi hemen yaklaştı; “Türk müsünüz siz?” “Evet…” “Anlamıştım zaten bayraktan.” Türkiye’de bazı yerleri ziyaret etmiş. Yaklaşımından mutlu ayrıldığı belli… Şeker insanlar.
Yalnız doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama yemek konusunda bir sorun var (mı?) gibi. Sabah kahvaltı etmediğim halde öğlene acıkmadım. Dün de öyle oldu. Güzel bir salata yeterli geldi.
Yalnız bir şeyde yanlış yapmışım. Bazı eşyalarımı Pokhara’da bıraksam iyi olacakmış. Hem oğlana hem de kendime fazladan yük yaptım. Ama maalesef iki günden önce bunun telafisi yok. Aynı yoldan geri gelmeyeceğimiz için ancak Chomrong’ta bırakabiliriz. Oğlana da gereksiz yüklenmenin alemi yok.
Güzergah epey kalabalık. Koreli, Fransız, İngiliz ve Hollandalılar ağırlıkta. Bir de Türkiye’nin gururu ;-)) olarak tabii ki ben. Bütün yürüyüşümüz boyunca hiç Türk’e rastlamadım.
Yemekten sonra iki saatlik uzaklıktaki bu gece konaklayacağımız Ulleri’ye doğru hareket ettik. İki tane asma köprü geçtikten sonra Madan bundan sonrasının sürekli tırmanış olduğunu söyledi, yani iki saatlik yolun tamamı. (Sonradan edindiğim haritada buranın 3280 basamaktan oluştuğunu yazıyordu. Belli… Zira bir noktadan sonra gayet ritmik bir şekilde; “Ulleri, gel beri” diye söylenmeye başladım). Kısa bir süre sonra, “Çok dinlenme, az yürüyüş” demeye başladım. Eh, 16.00’da varacağımıza 17.00’de varalım, ne olur sanki?..
Tırmanış, dediğim gibi hep basamak. Bu da sonunda dizime yapacağını yaptı. Bundan korkuyordum. Ama doktora gitmeyi ertelememin de çok geçerli bir nedeni vardı; en az dört aydır bana hiç sorun çıkartmadı. Kesin kullandığım “Glucosamine with Boswellia”nın olumlu etkisi var bunda. Daha önce bu yoğun basamak çıkışını deneyip dizimin durumuna bakmalıymışım. Ne yapalım ağrı kesici ve glucosamine ile idare edeceğim artık. Şimdi baktım dozajına, alt sınıra yakın alıyormuşum. Bugünden itibaren üst sınırdan gitsem iyi olacak. Diz bandı da işimi kolaylaştırır sanırım.
Diz böyle bir azizlik yapınca dedim artık kesin 18.00’i buluruz. Ama baktım biraz sonra Madan, “Geldik!..” demez mi? Gel de mest olma. Saate baktım tam iki saatte gelmişiz. Aslan Rüştü!.. Bravo sana!..
Birinci istasyondan ikinci istasyona gelişimiz toplam altı buçuk saat tutmuş. Bol molalı üstelik. İşte bu güzel. Demek tempo fena değil…
Yalnız odama zor çıktım. Ağrı iyice arttı.
Kadıncağız odamı gösterirken birden hava patladı. Gök delindi sanki. Muson bu olmalı dedim ama olası değil, daha neredeyse en az üç hafta var musonların başlamasına. Ben bardaktan boşanırcasına diyeyim, siz kovadan, yarım saatten fazla böyle yağdı. Kesildi mi? Ne gezer? Hala yağıyor ve saat 18.00. Aman aman yağsın, yağsın da gök tanrıları biraz hınçlarını alsın ve sakinleşsinler. Biz de yarın güzel bir havada yürüyüşümüze devam edelim.
İnsanlar yabancılara o denli alışmışlar ki çoğu dönüp bakmıyor bile. Bu zor koşullarda dağların yamaçlarında setler oluşturmuşlar yoğun ve ilkel bir şekilde tarımla uğraşıyorlar. Mısır, kara lahana genelde benim tanıyabildiklerim. Burada Madan beni yemeğe çağırdığı için kesiyorum. Güzel bir sarımsak çorbası ve Tibet ekmeği ile karnımı doyurdum.
Bu arada diz bandı ve brufen etkilerini gösterdi, rahat uyuyacağım demektir. Gerek olmaz belki diye kendime yük etmemeyi düşündüğüm uyku tulumu tam aksine çok işe yarayacak gibi görünüyor. Tertemiz bir oda, mis gibi çarşaflar ama üstüne örtecek bir şey yok. Belki istesem verirler ama demek ki insanlar kendi uyku tulumlarında yattığından onlar da örtünmek için battaniye falan koymaya gerek duymamışlar.
Biraz önce pencereden baktım, artık günün son dakikaları. Bulutlar dağılmış ve karşımda tüm ihtişamıyla Annapurna South.
Anti-parantez bir öneri: Katmandu’da hiç kalmadan Pokara’ya geçme şeklinde ayarlayın seyahatinizi. Bunu da sanırım anlaşacağınız bir seyahat acentesine (Nepal’de tabii) fotoğraflarınızı ve gerekli bilgileri önceden az bir parayla (50$ fazla fazla yeter) gönderin ki resmi izinlerinizi siz oraya gelmeden halletsinler. Siz de Katmandu’da hiç kalmadan ya da en kötü olasılıkla bir gece kaldıktan sonra Pokara’ya geçebilirsiniz. Orada da bir gün kaldıktan sonra hemen kendinizi yollara vurun. Dönüşte iki gün fazla fazla yeter Katmandu için.
Artık günü noktalama zamanı yaklaşıyor. Geç oldu; 19.30 J. Biraz Nasuh’un kitabını okur uyurum artık. Ha bu arada, benim pedometre bugün yürüdüğümüz mesafeyi 15 km. olarak gösterdi. Siz ona efor açısından en az bir %50 ekleyin.
Yarın Ghorepani’ye 5-6 saatlik bir yolumuz var.
07,05.2008, Çarşamba
Ghorepani’de bir internet kafede mahsur kaldığım şu anda bari notlarımı yazayım dedim.
Kafeye ilk girdiğim anada her şey normaldi. Biraz yavaş olmakla birlikte internete bağlandım. İletimi yazdım ve gönder tuşuna bastım… Yok… Gitmiyor… Neredeyse saniye farkı ile bağlantıyı kaybettim. İnternette bir sorun var. Hah işte!.. Korktuğum başıma geldi. Yağmur tüm şiddeti ile başladı. Ardı arkası kesilecek gibi değil. Bakalım daha ne kadar buradayım…
Bu sabah, gece doğru dürüst uyuyamamış olmama rağmen 05.30 gibi gece kesilen elektrik geldi ve zaten tilki uykusunda olan beni uyandırdı. Aslında dağ tanrıçaları bunu böyle istemiş, zira perdeyi araladığımda güneşin ilk ışıklarının zirvesini okşadığı Annapurna bütün cazibesi ile karşımda. Hafif puslu ama hava açık. Vay, koca Annapurna… Bir gün sen veya kızkardeşlerinden biri beni zirvenizde konuk edecek misiniz acaba?...
Tam dinlenmemiş ve uyku tulumundan da çıkmak istemememe rağmen ve bir iki fotoğraf çektim. Daha çok fotoğraflarını çekeceğim senin ulu tanrıça!...
Bir yarım saat daha uyku tulumunun içinde keyif yaptıktan sonra kalkıp toparlandım ve 07.00’ye doğru aşağı inip kahvaltı ettim. Kaç gündür ilk defa, o da pansiyon sahiplerine ayıp olmasın diye. Menemeni omlet olarak düşünün, öyle bir şeydi yediğim, bol malzemeli.
Sonra yola koyul ve ver elini Ghorepani. Tırman babam tırman. Bitmek bilmiyor. Ama yine de dün öğleden sonrakinden daha iyi, hiç olmazsa arada bir 30-40 metre düzleşiyor. Bütün yürüyüşümüz yarı tropik ormanlık alanda sürdü, rodedendron ormanı. Bir iki hafta öncesine kadar tüm ağaçlar milyonlarca rengarenk çiçeklerle kaplıymış. Şimdi ise tek tük kalmış. Yükseldikçe çiçek miktarının artacağını umuyorum.
Başladığımız ilk anlarda bir uğur böceği gördüm, “Tamam,” dedim “gün güzel geçecek!..” Biraz sonra adım başı onlarcası görünmeye başladı. Milyonlarca olmalı. Tüm yol boyunca eşlik ettiler bize.
Yolumuzun sonuna yaklaşırken verdiğimiz mola yerinde bir anne-oğul eğilmiş bir şeyler yapıyorlardı. Yaklaştım yanlarına, oğlan bir keçi yavrusunu tutuyor annesi de tabaktan süt içirmeye çalışıyor. Olmadı, biberona doldurdular. Yavrum, olamaz böyle bir şey, nasıl saldırdı da içiyor. Azıcık bir şeydi süt. Başka da vermediler. Ayakta zor duruyor, zor yürüyor. Ya annesi ölmüş olmalı ya da reddetmiş!.. Çok şekerdi, yaaa!..
Geldik sonunda, yol boyunca zorlandığım için yine “Ghorepani, neredesin hani?” diye sürekli mırıldandığım, Ghorepani’ye. Dün kaldığım yerle aşağı yukarı aynı ama duş, lavabo ve tuvalet dışarıda. Hem de üçü de farklı yerlerde. Tamam hesaplı olsun dedim ama ülke o kadar ucuz ki biraz konforu tepmek saflık olur. Konfor mu? Lavabosu, tuvaleti odada olsun duş muş aramıyorum. Madan’a söylemiştim, akşam tekrar söyleyeyim bari bundan sonra biraz konfora meyledelim. (Sonradan anladım ki, bütün her yer bu şekilde; duş, tuvalet ve lavabo dışarıda imiş…)
Dışarıya baktım, o müthiş yağmur ve dolu biraz hafiflemiş. Hemen toparlandım ve koşarak pansiyona döndüm. Basamak basamak ve sular seller götüren yolda ne kadar koşulursa işte ben de o kadar koşabildim…
Sağolasın göklerin tanrıçası, fırtına tanrısını beş dakika için bile olsa sakinleştirdiğin için. Aksi taktirde üstümdeki incecik gömlekle o internet kafede donacaktım. Hemen poları giydim, hatta balaklavamı bile geçirdim kafama. Bir beş dakika öylece kaldım. Sonunda ısındım.
Odamın penceresinden Annapurna görünüyor. Çok puslu, karanlık ve tepesi bulutla kaplı olsa da işte karşımda. Pansiyona girdiğim anda yine azan yağmur tüm şiddeti ile devam ediyor. Annapurna’nın bir resmini çekmeyi deneyeceğim. Işık berbat ama olsun.
Uzanıp biraz kitap okuduktan sonra 18.00’e doğru yemeğe indim. Yağmur devam ediyor. Yemeğimin adı “chicken noodle soup (erişteli tavuk suyu çorbası)” ve Tibet ekmeği. Eriştesi, kuşbaşı tavuğu ve yumurtası ile her şeyi bolca bir bol kepçe çorba. Güzel ve doyurucu. Tibet ekmeği de bizim hamurlu bir şeye benziyor ya çıkaramadım, olsun, tadı çok güzel.
Yarın günümüz epey uzun olacak. Sabah 03.45’te kalkacağız ve bir saatlik bir tırmanışla Poon Hill’e çıkıp gün doğumunu izleyeceğiz. Bu tepeden birçok dağı görme olanağı varmış. Dilerim hava aynen bu sabah gibi olur da bir fotoğraf ziyafeti çekerim kendime.
Dört gün daha ciddi zorluklar yaşayacağız. Hadi bakalım…
Saat 19.05 yağmur olanca şiddetiyle devam ediyor. Sanki biraz erken mi başladı bu hain musonlar, ne?...
08.05.2008, Perşembe
Sabah Madan beni dörde çeyrek kala kaldıracaktı ama erken yatmamın sonucu deliksiz uyuyamamama rağmen üçe çeyrek kala uyandım. Hazırlığımı bitirip Madan’ın uyanmasını bekledim. O da dörtte kalktı. Hemen yola koyulduk. Kafa fenerleriyle bir saatlik bir tırmanıştan sonra Poon Hill’in zirvesine ulaştık.
Kalktığımızda parçalı bulutlu olan hava yavaş yavaş açmaya başladı. Hava ağarırken çevremizdeki muhteşem dağlar da hep bir ağızdan hoşgeldin diyorlardı. Sol tarafımızda tüm haşmetiyle Dhaulagiri, karşımızda Annapurna 1, Annapurna’ların en yükseği (8.091m), sadece zirvesi görünüyor ama olsun, tabii ki onu konumumuzdan dolayı gölgeleyen Annapurna South ve Hiunchili, sağ tarafımızda Nepal devleti tarafından kutsal sayılması nedeni ile tırmanışa kapalı Machhapuchhre ve aralarda adını unuttuğum başkaları… Tüm yücelikleri ile selamlıyordu onları merak edenleri, onlarla bir olmayı arzulayanları…
Güneşin doğuşunu bekliyoruz. Zirve gittikçe kalabalıklaşmaya başladı.
Şu anda felaket bir dolu başladı. Yalnız işin tatsız tarafı üç gündür yağıyor ve her gün başlama saati geriye doğru geliyor. İlk gün: 16.00, ikinci gün: 14.50,
Şimdi bugün de 13.50. Neyseki buruyu, Tadapani’ye ulaştık.
Tekrar dönelim geriye; zirvedeki herkes deliler gibi fotoğraf çekiyor. İşte Dhaulagiri’nin zirvesi aydınlanmaya başladı. Herkes o tarafa yöneldi. Deklanşörler peşpeşe çalışıyor. Sırasıyla bütün o muhteşem dağlar güneşle buluşuyor. Annapurna 1’in zirvesinde müthiş bir rüzgar var. Orası da güneşin ışıklarıyla yıkanmaya başladı. Rüzgarın savurduğu karlarla zirve olağanüstü görünüyor… İşte sonunda Machhupuchhre’nin doruklarında güneş yüzünü göstermeye başladı. Bir süre daha bu inanılmaz manzarayı sindirdikten sonra pansiyona doğru yola çıktık.
Pansıyonda çantaları hazırladıktan sonra aşağı inip olağan Tibet ekmeğimi kahvaltı olarak yedim.
Yürüyüş ilk anda keyifli başladı. Manzara doyumsuz… Fakat birkaç dakika sonra ikinci zirveye başladık. Çık babam çık… Ama, inanın öylesine değiyor ki bu eziyetlere!..
Çıkarken elbette bacaklarım zorlanıyor ama esas imdat çığlıkları ile oksijen için yalvaran ciğerlerim beni zorluyor.
Neyse, işte basamakların sonu. Şimdilik nasıl oldu bilmiyorum ama burada birden kalabalıklaştık. Farklı rotalardan da insanlar gelmişti. Burada biraz soluklandıktan sonra, haydi devam…
Basamaklar bitti zannetmişken yine başladılar. Ama bu sefer harika bir rodedendron ormanı içinde. Dün yanlarından geçtiğimiz aynı ağaçlar çoğunlukla çiçeklerin dökmüşlerdi. Bunlarsa o açıdan daha zengindiler; pembe, beyaz, lila ve koyu pembe, henüz kırmızıları göremiyorum.
Neyse bu sefer kısa sürdü tırmanış. Başladık inişe. Bunun da bacaklara biraz garezi var, dizler perişan, ama onlar ciğerler gibi anında mahvetmiyor insanı, yavaş yavaş tüketiyor insanı.
Şu anda sabahın köründe, üçte uyanmanın meyvelerini topluyorum. Ağzımı kapatmam neredeyse olası değil, esneyip duruyorum.
Bu satırları kaleme alırken tam karşımda bir Rus kız oturuyor. Yanında rehberi. Rehberle konuşurken o da araya girdi, tabii Türk olduğum için. Neden mi? Kızcağız Moskova’da Garanti Bankasında çalışıyormuş. Nereden nereye!...
Artık sürekli bir iniş olduğu için keyifli görüntüler yakalama şansı elde ettim. Yolda Madan’ın teyzesinin pansiyonunda mola verdik. O yemek yedi ve ben de oğlan İngiliz, kız Alman bir çiftle sohbet ettim. Kızın ne İngiliz ne de Almanla ilgisi var. Çok cana yakın…
Yağmura yakalanmak istemediğim için Madan’a devam edelim dedim. O ağırdan alınca ben önden vurdum. Kısa bir süre sonra bir pansiyonda ora sahiplerinin önümde yürüyen yaşlı Rusa bir şeyler göstermeye çalıştıklarını görünce dikkat kesildim. İşaret ettikleri yere bakınca doğal ortamlarında maymunları ve Nepal’e özgü maymunları gördüm. Rahatsız etmiştik hayvanları… Oradan oraya sıçrıyor uzaklaşıyorlardı. Onların bulunduğu yerden çıkıp aşağılara sessizce inip birkaç görüntü yakalamaya çalıştım. Fakat canlarım tantanadan o kadar ürkmüşlerdi ki bir türlü net bir görüntü alamadım… Çok güzel yaratıklardı…
Yürüyüş aynı keyifle devam ediyor. Düz, çok az çıkış ve bol iniş… Fakat yine de yorucu be… Bacaklar imdat demeye başladı. Sonunda mola verebileceğimiz bir yer geldik. Yine de fazla dinlenemedim, zira yağmura yakalanmaktansa…
İşte son ve zorlu çıkışımız başladı.
Artık tempomu iyice düşürdüm. Yine de iyiyim. Arada sırada durup fotoğraf bile çekebiliyorum. Tabii tırmanış olduğu için yine de bazı görüntüleri belleğime yerleştirmek zorunda kaldım. Durup çekecek halim yok…
Tırmanış korktuğum kadar uzun sürmedi, ya da ben kendime uygun bir tempo yakaladım.
Son dinlenmeden 10-15 dakika sonra işte Tadapani’nin ilk binası. Sevimli bir köy. Yahu zaten gittiğim her yerde dağ yerleşimleri bana çok cazip geliyor. Pansiyonumuz dıştan harika ama odaya girince iş değişiyor. Her tarafı püfür püfür esiyor. Aksi gibi akşamlarda hava çok soğuk. Eeeee…. Dağdayız tabiiiiii…. Gece üşüyebilirim. Her olasılığa karşı bir battaniye isteyeceğim. Gerçi dün gece uyku tulumum idare etti ve belki bugün de idare edebilir ama ana kampa doğru su koyabilir. Zayıf bir uyku tulumu imiş. Türkiye’ye dönünce en kısa zamanda biraz daha soğuğa dayanıklı bir şey almak gerekecek, en az -20˚ olmalı sanırım.
Bugün bir mucize gerçekleşti. 15.00’te yağmur durdu. Bakalım gelen saatler neyi gösterecek. Odaya çıkıp biraz dinlensem iyi olacak ama burası biraz sıcak, yukarısı soğuk. Yemek salonundayım. Uzunca bir masa var ve masanın kenarları battaniye ile kapatılmış ve altına içi közle doldurulmuş bir kova koyuyorlar. Masanın etrafına oturup bacakları battaniyenin altına sokuyorsun ve mis gibi ısınıyorsun.
Önceki bitmişti…
Şimdi yeni bir tane daha koydular…
Ohhh beeee…
Olağanüstü keyifliyim… Annapurna South, Hiunchili ve Machhupuchhre tam karşımda ve iki saate yakın her şeyi bir kenara bıraktım onlarla bütünleşmeye çalışıyorum. Her an farklı bir görüntüye bürünüyorlar. Bulutlar mucizeler yaratıyor, ama haksızlık edip Machhupuchhre’yi de gizliyorlardı. Sonunda o da muazzam endamını gösterdi. Günün son ışıkları altında bulutlarla süslenmiş muhteşem bir görüntü.
NE KADAR İYİ ETMİŞİM GELMEKLE….
İnanılmaz bir deneyim….
Keşke canım aşkım da yanımda olsa birlikte yaşasaydık bu anları...
Yalnızlığı doğada çok seviyorum ama insan böylesi olağanüstü güzelliklerle karşılaşınca aşkını yanında görmek, onunla bunları paylaşmak ve doyasıya onu öpmek istiyor. İnsan her zaman her şeyi aynı anda elde edemiyor maalesef. Amma bir teselli noktam var: Gülüm benim böylesine mutlu olacağımı bildiği için bu işleri yalnız yapmamdan alınmıyor, tam aksine, belki de en az benim kadar mutlu oluyor.
Az kaldı hedefe…
Yanımdaki Hollandalıların davranışları uyandırdı beni. Gün batımında gün pırıl pırıl olmuş. Her yer pırıl pırıl… Annapurna 3, Machhupuchhre ve Annapurna 4’ün zirvesi doyumsuz bir görüntü sergiliyor. Olamaz böyle bir şey!... Gözlerimin dolmasına engel olamıyorum… Bu nedir yahu? Bu nasıl bir uygudur? Anlamıyor, açıklayamıyorum…
Annapurna South ve Hiunchili de günün son ışıklarını yakalamaya başladılar. Hemen taraçaya çıkıp birkaç fotoğraf daha çektim.
Şansa bak tam fotoğraf günümü kapattığım kameranın kordonu boşaldı ve kamera yerde. Kamera bir tarafta, piller bir tarafta…
Neyse, dedim ve pilleri toplayıp kameraya yerleştirdim, ama pil haznesi yerine oturmuyor!.. Kahır, bela… Neyse ki makine çalışıyor. Burada kamera beni terk etseydi herhalde bu gezi tamamen iflas ederdi… Benim için yok sayılırdı…
Ama hep diyorum ya ben şanslı bir insanım, neden mi? Öncelikle canım karım var ve bence ondan da ötesi yaşıyorum beeee!... Yaşamaktan büyük şans, ondan büyük ödül olabilir mi?
Niye bu kadar laf söyledim? Çünkü, makinem gezimin sonuna kadar beni hiç üzmeyip onlarca görüntüyü belleğine kaydetti.
Yine konu dağıldı…
Ne diyordum?
Evvveeeet… az kaldı hedefe…
3 gün sonra Annapurna ana kampın kucağında uyanacağım….
Pedometrem bugün için 16 km’yi gösteriyor. Tabii bunun pek bir anlamı yok. Belki atılan adım bir şeyler ifade edebilir, (16500 adım). Ama bu da çok göreli, harcanılan eforu hiç mi hiç ifade etmiyor. Zaten burada mesafeler metre değil saat ile ölçülüyor. Ghorepani ile Tadapani arası ne kadar diye soruyorsun, aldığın yanıt 5 saat oluyor.
Gerçi ilginçtir bizim hesaplara göre pedometre ile uyum içinde görünüyor. Biz ne diyoruz?
Doğadaki her saat 3 kilometre demektir.
09.05.2008, Cuma
Şu anda felaket yorulmuş durumdayım. Saat 14.40.
Sabah yediye beş kala yürüyüşe başladık. Bu arada kaldığımız pansiyona ödediğim para yine çok komik: 600 Rupi. Beşyüz küsurdu da ben 600 verdim. Buna akşam yemeği, sular, çaylar ve sabah kahvaltısı, yetmiyormuş gibi oda da dahil. Bizim paramızla 12-13 lira. Dağ başında başını sokacak, karnını doyuracak bir yer bulmuşsun üstüne üstlük bir de neredeyse yok pahasına bu hizmetleri alıyorsun. Bazı adamlar (Avrupalı) bir kola 100 Rupi olduğu için acayip pahalı buluyor içmiyorlar, yahu iki lira be… Sersemler kendilerini sokak başındaki büfeden alışveriş ediyor sanıyorlar. Dağ başındasın be adam!.. Yahu, ben mi hesabını bilmeyen bir adamım yoksa bunlar mı çok cimri?
Bugün yolumuz uzun, 7 saat gibi bir zaman verdi Madan. Neyse inişle, yumuşak bir inişle başladık. Bu ormanlar insanı büyülüyor. Ne kadar esrarengiz ve cazip bir havası var… Ah-ha, 50 metre kadar sağ tarafımdaki açık alandan ceylana benzer sevimli bir yaratık seke seke orman içlerine kaçtı. Harikaaa!...
Gözlemleyebildiğim kuşlar ise tam bir sanat harikası. Bu kadar değişik türü rasgele bir yürüyüş sırasında gözlemlemek büyük şans. Yoksa sayıları çok fazla da böylesine rahat görebiliyorum? Renkleri bir görebilseniz, kelimelerle ifade etmek olası değil… Çok değişikler…
Çok güzel bir ortamda, zirvelerin sularını coşkuyla ovalara taşıyan bir derenin başlangıcında iniş bittiiii… Biraz soluklandıktan sonra köprüden geçip onlarca dakika basamak tırmanarak tepelere ulaşmaya çalışıyoruz. Arada bir kısa bir hafif meyil sonra yeniden dikleşme. Diklik te basamaklar da insanı mahvediyor.
Şu anda atladığım bir şeyi anlatmadan geçemeyeceğim; yürüyüşe başladıktan bir süre sonra mola verdiğimiz pansiyon rüya gibi bir yerdi. Önünde gayet bakımlı geniş bir çim alan, konumu vadiye hakim, tertemiz derli toplu bir yer. Bence Tadapani’de durmayıp oraya devam etmekte yarar var, tabii o ana kadar çok yorulmamışsanız. Ancak sezonda yer bulamama riski var. Benim yürüdüğüm dönemde böyle bir sorun yok. Bulamadığınız taktirde bir saatlik yolu geri dönmeniz gerekebilir. Zira daha ileride uzun bir süre bir daha bir pansiyona rastlayamazsınız.
Bu sevimli yerde bahçede bir tay yatmış uyuyordu. Onu rahatsız etmemeye gayret ederek ileride uçan kartala yöneldim. Kartallar yüksek uçar, di’mi? Evet der gibisiniz… Ama buradakiler bulunduğum yerden en fazla 50-60 metre yükseklikte. Bunu neden söyledim? Trekking yaptığımız bölge ne kadar yüksek anlayasınız diye… Neypse, kartal uzaklaşınca gözüm yerdeki dünya güzeli bir kelebeğe takıldı. Olabildiğince yaklaşıp hemen bir fotoğrafını çektim. Baktım kaçmaya niyeti yok. Yavaş yavaş yakın çekim pozisyonuna geçtim. Sanki poz veriyor, kaçmayarak beni ödüllendiriyor. Bittikten sonra kafamı kaldırdığımda tayla burun buruna geldim. Tüm merakıyla beni izliyor. Canım yaaa!.. Bir de onun fotoğrafını çekeyim dedim ama ışık çok ters. Sevmek için ayağa kalkayım deyince kaçtı kerata.
Dönelim tekrar yürüyüşümüze. Evet, dik tırmanış ta basamaklar da insanı mahvediyor. Basamak inişler de cabası, tabii dik inişler de… Eeee, işin ne oralarda? Ne demişler; “Gülü seven dikenine katlanır”. Yaşamda güzel ve değerli hiçbir şey kolayla elde edilemiyor. Zaten dümdüz yürümeyi isteseydim buralara gelmez Kızılay’da volta atardım.
Hep şunu düşündüm yolda; bu trekking ne kadar tam da yaşamın kendisi. İniş ve çıkışlarla dolu. Tıpkı yaşamımız gibi… Bir farkla, doğada trekking yaparken inişlerin de mükemmel yanları olabiliyor. Yine çıkışlara bakarsak, her zemen acı, çaba, emek dolu değil mi? Burada da hiç farkı yok ama çıkışın sonunda zirveye, tabii bu göreli bir zirve, ulaşınca olağanüstü güzelliklerle karşılaşıyorsunuz. Geride bir sürü acı ve eziyeti bırakmış olarak mutlu, o anı yaşıyorsunuz. O ana kadar çektikleriniz bir anda siliniyor…
Yatakta uzanarak başlamıştım bu yazıya, elimi kaldıracak halim olmasa da… Sonunda üşüme ve uyku bastırınca hemen uyku tulumunu açıp üstüme örtüp uzandım. Uyuduğumu sanmıyorum ancak 15-20 dakika kadar sonra biraz kendime geldim. Bu arada birkaç tane Amerikalı geldi, belki de onların varlığı canlandırdı beni. İşte, hep soruyorsunuz, canın sıkılmıyor mu? Sıkılmaz mı? İnsan paylaşmak için yaratılmış. Bir süre güzellikleri tek başına keyifle izliyor içine dolduruyorsun. Sonra başlıyorsun birisini aramaya, sarılıp ona sıcaklığını duyumsayarak güzellikleri paylaşmak için.
Yemek salonuna indim. Nepal radyosu biraz gereksiz yüksek tonda çalıyor bahçede, biraz da kafa ağrıtırcasına. Bugün ilk defa Himalayalar’a sırtımız dönük. Yine de önümüzdeki manzara şöyle; deve gibi dağlar arasında çok derin bir vadide akan bir nehir ve uzaklarda bir ova. Görüş zayıf. Hava puslu ve bu da yorgunluğumu tedavi etmeye hiç te yardımcı olmuyor.
Haaaa, yağmur!.. Yine terk etmedi dünkü gibi bizi. Belki biraz daha az yağdı ama saat yine bir saat daha geriye geldi: 12.50. Bu gidişle biz de yiyeceğiz yağmuru galiba. Hafif ıslanma tamam da buranın sağanağına yakalanırsak fena.
Zorlu iki parkurumuz kaldı; yarın ve ABC (Annapurna Base Camp=Annapurna Ana Kamp) öncesi son gün. Bu akşam iyice dinlenebilirim umarım. Son günlerde bayağı az uyuyorum, 3-4 saat. Vay be, sadece altı gün geçmiş. Sanki haftalardır buradayım ve daha önümde 8 gün var. 9. gün ver elini Bahreyn. Eh, bu ekspedisyon bittiğinde herhalde kendimi aylardır buradaymış gibi hissedeceğim. İlginç!..
10.05.2008, Cumartesi
Abdal oldum giderim
Diyar diyar gezerim
Aşk neredeyse ben orada
Alem demiş
Ne demişse
Ben gönlümce gezerim…
Yaaa, işte bu dağlar adamı ozan (!) bile yapıyor.
Bugün yine yediye beş kala başladık. Yine in, çık, düz git, in, çık… Yine aynı rutin. Tam anlamıyla tropik bir ortamda ilerliyoruz. ABC tarafından gelen bayağı insan var.
Bugün hedef Deurali. Hiç acele etmiyorum, çiçek mi gördüm, çek fotoğrafını; böcek mi gördüm, çek fotoğrafını… Manzara mı hoşuma gitti, çek fotoğrafını. Buna rağmen ara hedeflere hep zamanından önce vardık.
Yolda rastladığım iki şelale gerçekten etkileyiciydi. Her taraftan ufak akıntılar, çaylar derindeki vadide güçlü bir uğultuyla yol alan Modhikola nehrini besliyor.
Bugün çok keyifliyim. Baksanıza ozan bile oldum J. Bağıra çağıra şarkı bile söyledim. Ben şarkıya başlayınca Madan şaşkın şaşkın dönüp ne oluyor gibisinden bir bakış attı. Baktı ki bu bir müziğe benziyor, ona bağırıp ondan yardım istemiyorum, o da yoluna devam etti. Ben de hiç kesmeden şarkımı söylemeye devam ettim.
Rastladığımız hemen hemen tüm Asyalılar çok sevimli ve içten bir şekilde selamlıyor. Batılılara gelince bu oran nedense çok düşüyor. Ya hiç selam vermiyorlar ya da yarım ağız. Ama içten selam verdiğimde kimileri çok tatlı bir şekilde gevşiyorlar. Ver güzelliği, al güzelliği!...
Himalaya otele (adına bakmayın, o da pansiyon) yaklaşırken bulutlar iyice alçaldı. Altı buçuk saatte otele geldik. Pedometre 14 km.yi gösteriyor, adımlar ise 2.300. Tamamen aldatıcı, ama yine de belirtiyorum.
Sabah uyandığımda biraz kaygılıydım. Bacak kaslarım ağrıyordu. Fakat kalktıktan kısa bir süre sonra rahat rahat yürümeye başladım. Tüm yol boyunca da hem ciğerlerime hem de bacaklarıma sürekli teşekkür ettim, beni üzmedikleri için. Ama karar verdim, vücudumda üç şeyi gözden geçirteceğim: dizler, protez ve burun. Gereken her şeyi bu doğrultuda organize edeceğim. Spor yapma oranını da artırmam gerek. Haftada en az üçe çıkarmalıyım. Neyse, konuyu dağıttım yine.
Himalaya Otelde yemek molası vermeye ve geçen sürede gelişmelere göre Deurali’ye gitme konusunda karar aldık. Peynirli, domatesli, ton balıklı pizza istedim. Yarısını Madan’a verdim zira benim bitirmem söz konusu bile değildi. Bu kadar az yiyorum yine de göbek var, ne iş anlamıyorum!.. Herhalde Ankara’da abur cubur ve içki sonucu bu gerçekleşiyor.
Pizzanın gelmesini beklerken tahmin ettiğimiz gibi yağmur başladı. Bugün biraz sarktı. Başlama saati 13.30’u geçti. Bu güzel haber olabilir, yürüyüş zamanımız artabilir. Şimdi saat 16.30’a geliyor ve yağmur hala devam ediyor. Yağmur olmasaydı bugün çok rahatlıkla Deurali’ye ulaşabilirdik. Hem de eğlene eğlene…
Düşünüyorum da, bu ülke bu kadar fakir olmasına rağmen suç oranı çok düşük. Oysa batılı ülkelerin bu kadar varlıklı olmalarına karşın suç oranı anormal yüksek, üstelik vahşiyane. İşin ilginç yanı varlık arttıkça suç oranı da artıyor!.. Neden acaba? Edinme hırsı ve hep benim olsun duygusu olabilir mi buna neden? Bir de edinmeyi körükleyen medyanın katkısı da herhalde yabana atılmaz. Ama burada da medya var, burada da reklamlar var!.. Burada ahbap olduğumuz bir Fransız, “Belki de dinden kaynaklanıyordur,” dedi. “Ama,” dedim “Türkiye’de de dinin etkisi yoğun ancak kentlerde suç oranının her geçen gün arttığını gözlemliyoruz. Yalnız ilginç bir yanı var bu işin; Türkiye’nin kırsal kesiminde ve dağ köylerinde suç oranı çok düşüktür.” Velhasıl anlaşılır gibi değil!...
Bir kartal fotoğrafı çektim bugün. Kelebek, böcek, çiçek cabası. Kamil Hocam (beyin travmamı tedavi eden sevgili hocam) burada olsa ne kuş fotoğrafları çekerdi kim bilir… Harika kuşlar var. Hele bu sabah bir tanesi yemek salonuna girmiş bir sandalyenin üzerine tünemişti. Beni görünce bir iki numara yapıp süzülerek kapıdan dışarıya çıktı ve bahçedeki masaya kondu. Bir de döndü ve poz verdi. Çekemedim fotoğrafını. Fakat böyle bir mavi olabilir mi? İnanılır gibi değil. İnsanın içini yıkayan bir güzellik.
Dağ gittikçe soğuyor. Şu anda ısınmak hiç bir şey yapılmıyor. Gaz sobası para ile yakılıyor, 70 Rupi. Yemek salonunda altı kişiyiz, ama hiç birimiz o yönde bir girişimde bulunmuyoruz. Bugün bu kadar üşüdüğüme göre yarın ABC daha zorlu olacak sanırım. Bu akşam battaniyesiz olmayacak.
İyi ki yola çıkmamışız. Yağmurluk mağmurluk hak getire, beş saat oldu ve hala bardaktan boşanırcasına yağıyor.
Yarın bugünden biraz daha kısa yürüyeceğiz ama sanırım daha zorlu olacak; beş buçuk saat.
Şu anda herkes ya okuyor ya da yazıyor. Ben ara vermiştim yazmaya, fakat saatin biraz geçmesini bekleyip bir çorba içtikten sonra odama çekilmek istediğim için burada hapis kaldım. Kitabım da aşağıda odada. Bayağı üşümeye başladığım için yemeğe kadar hiçbir yere adım atmak istemiyorum. Bir battaniye istedim, şu anda ona sarılmış olarak yazıyorum. Nem felaket olunca soğuk ta o oranda artıyor. Halbuki yağmura kadar hava harika idi. Üffff!.. Şu yemek saati bir an önce gelse de hemen yiyip odama çekilsem. Gerçi battaniye epey iyi geldi, sırtım yavaş yavaş ısınıyor. Ayaklar üşümeye devam tabii ki…
Yahu, şu içinde bulunduğum an bile birden çok keyifli gelmeye başladı. Himalayalar’da bir dağ kulübesi, üşüyen battaniyeye sarınmış insanlar ve ben de sarınmışım bir battaniyeye bunları yazıyorum… Açıklayamayacağım kadar sevimli bir duygu kaplıyor içimi… Yağmur dışarıda biteviye sürüyor. Kesilmeye de hiç niyeti yok gibi, aynı ilk günkü gibi.
Aşkım da yanımda olsaydı, paylaşsaydık battaniyeyi birbirimize sarılarak… Düşüncesi bile mutlandırıyor…
Battaniye iyi geldi be!.. On dakika önce neredeyse her şeye lanet okumaya başlayacakken şimdi durumun güzel yanlarını görebiliyorum. İşte yaşamımız, her şey berbat gidiyor sandığımız bir anda ufacık bir şey bizi ne kadar rahatlatıyor ve mutlandırıyor.
Özlemeye başladım sizleri; aşkımı ve biricik oğlumu. Aaaa, az kalsın Fındık’ımı unutuyordum. Annem ve babam iyidir dilerim. Yalnızlık işte bu saatlerde koymaya başlıyor insana. Yürüyüşte öncelikle adımlarına odaklanıyorsun ve sonra olabildiğince doğayı içine sindirmeye çalışıyorsun. O anlarda pek başka bir şey düşünemiyorsun. Ama havanın böylesine kapalı, yağışlı olduğu, üstüne üstlük bir de kararmaya başladıktan sonra ufak ta olsa bir hüzün kaplıyor her yanını…
Neyse, yazmayı bırakayım. Bu işin sonu pek hayırlı değil. Neredeyse ağlayacağım!.. Zaten sulu gözün tekiyim…
Bir gün kaldı!.. Bir gün kaldı!.. Bir gün kaldı!.. J))
Yağmur 18.30’da durdu.
11.05.2008, Pazar
İşte sonunda buradayım; ABC, Annapurna Ana Kampı, 4130 metre. Felaket soğuk. Elim dona dona yazıyorum bu satırları. Yemek salonunda, kat kat giyinmiş bir şekilde sosis gibi masa başındayım. Her zaman olduğu gibi soğuk odaklanmamı zorlaştırıyor. Uykum da var ama Madan gece uyumakta zorluk çekerim diye uyumasan iyi olur dedi. Pansiyonu işletenler horul horul uyuyorlar. Uyumasalar bir ocak yaktırıp ısınacağım. Parası zaten bir şey değil; 1 lira. Tadapani’den sonraki yerlerde odun ateşini yasaklamışlar, ormanları koruma adına, o nedenle gaz sobası yakıyorlar. Bunun masrafını çıkarmak gerek tabii…
Dün sabah yaşadığım deneyimi yazmamışım sanırım. Korkunç bir durumdu. Sinuwa’dan ayrılalı on dakika oldu olmadı büyük tuvaletim sıkıştırmaya başladı. Rüştü geri döner mi? Yola devam. Perişan vaziyetteyim. Bir sonraki yerleşim bir saat 15 dakika ileride. Altıma kaçırırsam felaket. Giysi kıtlığı var zaten. Giysilerin çoğunu Sinuwa’da bıraktık. Yol da iyi zorlu.
Olamaz, ha kaçırdım ha kaçıracağım. 57 yaşında bir adamın da altına kaçırması ne hoş olur ya!.. Kötü huy; doğanın göbeğinde yapılması olağan şeyi yapamıyorum, illa tuvalet gerekli. Ha gayret oğlum, az kaldı. Sık dişini!.. Uffff…. Çok kötü…
Nihayet bir bina gözüme ilişti. Bir şey kalmadı!.. Biraz daha tut kendini…
Sonunda Dovan’a ulaştık. Çılgınlar gibi hemen tuvalete daldım. İşte o anda Nasrettin Hoca’yı bir kez daha rahmetle andım. Sormuşlar Hoca’ya:
“Dünyanın en rahat yeri neresidir, Hocam?”
Onun yanıtı da:
“Tuvalettir, evlat” olmuş…
Ondan sonraki gelişmeler bu işkencenin tam aksine gayet keyifli geçti.
Tanıştığımız Sinuwa’da tanıştığımız Fransızla epey sohbet ettik. Toulouse yakınlarında bir pansiyonu varmış ve sıkı bir doğa yürüyüşçüsü. Oya’yla gitmeyi düşünebiliriz. Karı-koca şeker insanlar. Pireneler’de trekking sözü de aldım. Bu sabah aşağı yukarı aynı dakikalarda yola çıktık. Tabii onlar ters istikamete zira bir gün önce onlar ABC faslını kapatmışlardı.
Modikhola nehri boyunca ilerledik. Zorlu bir etap; Himalaya Oteli-Deurali ve Deurali-Macchupucchre Ana Kampı. Yükselmemiz de ilk defa bende kendini hissettirmeye başladı, hem de daha 3200 metre civarında olmamıza rağmen. Üç-beş saniye aralarla başımın değişik noktalarına ağrı saplanmaya başladı. Yavaş olan tempomu daha da düşürdüm, nefes almayı sık ve derin yapmaya başladım. Sonuçta 2-3 dakika sonra geçmeye başladı. Nefes yöntemi işe yaradı demek.
Güneş doğdu ancak çok büyük yüksekliklerle çevrili bir vadide ilerlediğimiz için güneşi biraz geç gördük. Yine olağanüstü güzelliklerle çepeçevrelenmişiz… Sağlı sollu bilmem kaç gökdelenlik yüksekliklerden dökülen şelaleler doyumsuz bir görüntü sergiliyor. Bugün ilk defa küçük çaplı morenlerle karşılaştım. (Moren: Buzul-toprak-taş karışımı bir oluşum)
Yahu, bu ne biçim soğuk? Adamlardan ocak yakmalarını istiyorum, “Daha erken” demezler mi? Ulan, üşümenin erkeni geçi mi olurmuş? Eğer böyle bir hizmet veriyorsanız ben ne zaman istiyorsam o zaman yakmalısınız. Kazma herifler, yahu!.. (Üşümenin bendeki etkisini sezinlediniz sanırım. Ama ne yapayım, donuyorum…) Akşamı zor edeceğiz… Her yeri doğrudan kayaların üstüne inşa etmişler. Zeminde tahta mahta yok, doğrudan kayaya basıyorsun.
Üşümek gerçekten keyfimi kaçırdı. Isıtıcıyı yakmadıkları gibi bir de herifler seni hiç umursamıyor. Sinirlenip çıktım, karşıdaki pansiyona geçtim. Hemen bir limonlu çay söyledim. Oh be, hiç olmazsa burada içime sıcak bir şeyler giriyor. Yatmak ta istemiyorum. Saat daha dörde on var.
Şu anda bulutların içindeyiz. Yağmur döndü sanırım. Hala yağmadı. Aman yağmasın…
Kesiyorum. Üşümekten başka bir şey düşünemiyorum. Nasıl dağlara tırmanacağım ben? Daha 4 bin küsurlarda donuyorum. Kamplar böyle olmaz herhalde. Yemek çadırında hiç olmazsa soba oluyor. Diğer zamanlarda da ya uyku tulumu içindesindir, ya da hareket halinde.
Çıkıp dışarı biraz yürüsem mi?
Aaaa…. Kafamı yazıdan kaldırdım bir de ne göreyim? Bulunduğumuz bölgede bulutlar dağılmış. Bari gidip odadan makineyi alayım ve biraz yürüyüş yapayım. Belki bir iki poz yakalarım. Hem belki biraz da ısınırım.
Sanırım rüzgarın durması sonucu ortam biraz yumuşadı. Ellerim donmuyor, ayaklarım da biraz daha az üşüyor. Gezerken buzul yatağını tepeden gören tarafa yaklaştım. Bayağı büyük bir buzul. Uzunca bir nehir gibi. Kıyıya çok yaklaşmışım, tırsarak hemen geri çekildim. Zirve ekspedisyon ekiplerinin ve dua bayraklarının olduğu Stupa’nın olduğu tarafa yöneldim. Ekiplerden biri Kanadalı, diğeri de içlerinde bir Ukraynalı’nın olduğu Rus ekip. Henüz zirve yapmamışlar. Uygun hava koşullarını bekliyorlarmış.
Yine bulutların içinde kaldık. Görüş mesafesi 50-60 metre ve giderek düşüyor.
Yavaş yavaş ısındığım için dank etmeye başladı herhalde. Heeeeyyyt be!... Himalayalar’dayım ve dünyada topu topu 14 tane olan 8.000’lik dağlardan birinin ana kampındayım. Öyle bir dağ ki dünyanın en ünlü dağcılarından biri olan Anatoli Boukreev’e mezar olmuş. Çok başarılı dağcılığının yanı sıra çevresinde alçakgönüllülüğü ve sevecenliği ile bilinen bir büyük Rus dağcı. 1997 yılında bir çığ kazasına kurban gitmiş. Cesedi hala bulunamamış.
Saat 17.30. Sulu kar başladı. Kara dönüştürebilir. Madan’a göre bazen böylesi bir yağışın ardından çok güzel gün batımı izlenebilirmiş. Benim erkenden yatağa girme hayalım suya düştü. Bekleyeceğim artık.