14 Haziran 2008 Cumartesi
ANNAPURNA YOLCULUĞU-1
(Not. Bu yazı dizisi ile ilgili bazı fotoğraflara aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz:)
https://photos.google.com/album/AF1QipOe656BAa-qKK0DtZq1--pkZSzW1qJdkPDZJ27J
ve
https://photos.google.com/album/AF1QipOcmmeE4_J-RhImJcE_DXmVsXaaf3zmdoLZAaH4
Gidiyorum işte be…
Sevdiklerim yüreğimde özlemlerim önümde gidiyorum…
Nepal…
Aslında sen Tibet’tin ilk düşlerimde. Bilmiyordum aslında beni dağların çağırdığını. Beni rahipler çağırıyor sanıyordum. Ama meğerse dağlarmış, Himalayalar…
Bu keşfimde bir soluk alacağım… Himalayalar’ı koklayacak onun yüceliğini anlamaya çalışacağım… Ne mutlu bana ki bunu sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebiliyorum… 57 yaşındayım…
Artık içim fıkır fıkır…
Neden mi?
Can dostlarımdan mükemmel iletiler aldım… Beni yüreklendiren, bana güç veren iletiler… Ne güzel bu insanlar yahu!..
Artık çok daha fazla şeylere ve bunları yapabileceğime inanıyorum. Yeter ki iste… Yeter ki iste… Başarabilirsin… Her şey aslında o kadar çocuk oyuncağı ki!..
İşte sır burada; çocuk oyuncağı!.. Yapmak istediğinin çocuk oyuncağı olduğunu düşündüğünde o kadar kolaylaşıyor ki her şey!.. Çünkü çocuklar için zor bir şey yok ki!.. Onların tutkusu keşfetmek. Keşfetmeden yaşayamazlar ki!.. Biz büyükler bu duyguyu yitirdiğimiz için yaşlanıyoruz. Ama artık son yıllarda benim belgim, “Keşfetmek için dolu dolu yaşa ve sağlığını koru! Bıkmadan sorgula ve özlemlerinin peşinde koş.” Kısaca, ço-cuk ollll!...
Ben artık yeniden çocuğum ve beni kimse dünyayı ve kendimi keşfetmem konusunda engelleyemez…
Yarın (1 Mayıs), hatta ertesi gün sayılır çünkü 02.00’de otobüse binip İstanbul’a doğru yola çıkacağım. Ve 2 Mayıs’ta Bahreyn’e uçacağım.
2 MAYIS 2008
İşte yollardayım…
Sonunda bir düş daha gerçekleşiyor. Sabahın köründe ulaştığım Atatürk Hava Limanında sohbet ettiğim Kanadalı çiftle tam da bunu konuştuk. Kişi eğer bir şeyi yapmak için bunu kafasına koyar ve kendini o yöne kanalize ederse yapamayacağı hemen hemen hiçbir şey yoktur.
Şeker bir çift Kanadalılar. Adam prodontist, diş hekimliğinin bir dalı. Gezmediği çok az yer var dünyada. Anlatmaya kalksam bu öykü benim öyküm olmaktan çıkıp onun öyküsüne dönüşür. Şimdi de eşi ile Özbekistan’a gidiyorlar. Eşi Polonya asıllı, dedesi ve babaannesi 2. Dünya Savaşı dönemindeki sürgünler sırasında Özbekistan’da ölmüşler. Kadıncağızın babası ve diğer çocuklar yetimhanede büyümüşler. Bir özlemle oralara gidiyorlar, ama bence bu işin bahanesi. Onların da ruhunda gezgin mikrobu var.
Şimdi Bahreyn uçağına binmek için bekleme salonunda bunları karalıyorum. Otel kartını alamadım ama sorun çıkmayacağı konusunda beni temin ettiler. Gidelim bakalım…
Daha zaman var, bari Kanadalı dostlardan biraz daha söz edeyim. Adam 63 yaşında, karısınınkini sormadım. 20 yıl orduda diş hekimliği yapmış ve orduyla epey gezmiş. Kıbrıs, Mısır, Almanya, Lübnan anımsayabildiklerim. Kendi başına ve eşiyle birlikte de çok yer dolaşmış. Moğolistan, Hindistan, Nepal, Peru, Ekvador, Arjantin, Şili, Bolivya, Antarktika da bu bölümden anımsadıklarım…
Latin Amerika’nın yabancılar için riskli bir bölge olduğunu ve yeri iyi belirleyip öyle gitmek gerekliliğini öğrendim. Özellikle, Kolombiya ve Venezuella, Peru’da Lima ama genelde tüm büyük kentler ve gerillaların bulunduğu bölgeler.
Kuyruk başladı. Gidiyorum…
Bir ilk daha başıma geldi başıma; yıllardır uçakla seyahat ederim ilk defa güvenlik cihazından geçerken bütün metal eşyaları çıkardığım halde ötmesi devam edince adamlar botlarımı da çıkarttırdılar. Şimdi aklıma geldi; ağzımdaki damak protezinde de metal var. O cihazın ötmesine neden olmaz mı? Neyse, çıkardım botları. O da yetmedi, uçağa yanıma aldığım sırt çantasının yan gözündeki çok amaçlı ufacık çakıyı sorun ettiler ve çantayı ya bagaja vermemi ya da çakıya el koyacaklarını söylediler. Mecburen bagaja verdim. Çantaya Katmandu’ya kadar ulaşamayacağım için diş macunu, fırçası, tıraş takımı gibi gerekli malzemelerden mahrum olarak Bahreyn’e uçmam gerekiyor. Neyse, sonuçta konu benim de güvenliğim. İnsanı üzen yaklaşımları ve biraz da keyfi davranıyorlarmış duygusu uyandırmaları. Despotça davranıyorlar, kibar ama despotça. Bundan sonra, tabii ki o tarz malzemeleri uçağa alacağımız çantaların içine koymamamız gerekliliğini öğrenmiş oldum.
Sonunda 45 dakika rötarla havalandık. Sanki bu havaalanı artık İstanbul trafiğine yetmiyor. Kalkış pistine ulaşabilmek için 25-30 dakika sıra bekledik.
02.05.2008, Akşam
Akşam saat 19,00’da Bahreyn’e vardık. Biraz rötarda buradaki havaalanında yaşandıktan sonra kalacağımız otele 21.00’e doğru ulaştık. Biz gecikince yemekler yeniden ısıtılınca bir de onu bekledik ve 22.00’ye doğru yemek bittikten sonra ufak bir geziye çıktım…
Bu arada tabii Explorer’daki arkadaşlarla da daha fazla kaynaştık.
Yine Nepal’e giden beş (5) hanımla da tanışma fırsatı yakaladım. Birisi Nepal’in İstanbul’daki fahri başkonsolosu. Bir diğeri ise Gulf Air’in eski genel müdürlerinden bir-bir buçuk yıl kadar önce vefat etmiş bir beyefendinin eşi bir hanım. Herkesin bir nedeni olduğu gibi o da eşini kaybetmenin acısını biraz olsun dindirebilmek için böylesine bir seyahate çıkmış…
Neyse, benim Manama City’deki gezmeme dönersek; otel okyanusa çok yakınmış. 5 dakikalık yürüyüş sonrasında ulaştım. Çevre ana baba günü... Ağırlıkla gençler piyasa yapıyor. Erkekler sap, kızlar tavlanırız umudunda… O da yetmezmiş gibi bir sürü ailede çimenlere şiltelerini sermiş piknik yapıyorlar. Resmen çay demleyip atıştıranlara rastladım. Ve de gecenin 10.00’undan sonra. Fakat istedikleri kadar zengin olsunlar eğitimsizlikleri ayan beyan ortada… Ortalık çeşit çeşit atıkla dolu ve hepsi insanların yaşam alanlarını gaspediyor…
Pek cazip bir şey göremeyince ve dönmeye karar verdiğimde içeride güzel bir şekilde aydınlatılmış bir cami gözüme ilişti. Eh bari şunun fotoğraflarını çekeyim diyerek ona yöneldim. Yakın görünüyordu… Git babam git…. Neyse, inat ta ettim biraz, yorulmama rağmen birkaç görüntü alıp yine uzun bir yürüyüşten sonra otelime dönüp güzel bir duş aldıktan sonra Nasuh Mahruki’nin “Everest’te İlk Türk” kitabını biraz okuduktan sonra uyumaya çalıştım….
03.05.2008, Sabah
Ne mümkün!.. Müthiş bir havalandırma motoru gürültüsü… Sabaha kadar uyudum mu uyanık mıydım bilemeden bir gece geçirdim. Yine de kendimi yorgun duyumsamıyorum.
Kahvaltıdan sonra havaalanına geldik. Gözüme bir sualtı kamerası kestirdim, 445$. Bakalım dönüşte kanıma girecek mi? Şu anda kalkış zamanı geçtiği halde hala apronda bekliyoruz. Bindiğimiz bu uçak Katar’dan geliyor. Orada çalışan bir sürü Nepalli çocukla dolu. Şimdiden üstümde bıraktıkları etkileri çok sevimli…
Katmandu’da görüşmek üzere…
(Uçak kalkış pisti başına geldi. İlk defa bu seyahatim sırasında böylesine tatlı bir heyecan duyumsamaya başladım...)
İyi yolculuklar yol arkadaşlarım…
İyiyolculuklar kaptan…
03.05.2008, Cumartesi, Akşam…
Tam 4 saatlik bir yolculuktan sonra Katmandu’dayız. Uzunca bir zaman sırt çantalarımı bekledikten sonra, haaaa pardon önce, pasaport kontrolden geçip vize aldım; 30$. Sonra çantalarımı kapıp çıktım. Elinde adımın yazılı olduğu ve güleryüzüyle MADAN beni karşıladı. İlk yaptığı şey boynuma bir çelenk geçirmek oldu… Hep gülerek… Ne güzel bir karşılama… Yavaş yavaş toplumumuzun ve batının bizi bu dünya ile ilgili olumsuz etkilemesini atmaya çalışıyorum… Böylesine sevgi dolu bir karşılama sadece karşılığında sevgiyi hakkediyor. Madan beni bir jipe bindirdi ve Potala Guest House’a, o gece ve sonrasında kalacağım otele götürdü.
Ama gelin bir de oraya nasıl ulaştınız diye sorun!.. Olamaz böyle bir şey!... İnsanlar yol ortasında, araçların nereden nasıl geçeceği tam anlamıyla meçhul iken bu araçlar bir mucize misali kendilerine bir yol bulup yollarına devam ediyorlar. Ama maalesef bir ufak kaza da tam da bizim önümüzde gerçekleşti... İki motosiklet kafa kafaya biraz samimi bir poza girdiler…
Biraz keyfim kaçtı yahu… Tam yazıyı yazarken baktım tam karşımda asılı gömleğin üstünde kocaman bir hamam böceği… Geç oldu… Yorgunum… Şimdi de bu meret… Neyse!..
Eşyaları otele bıraktıktan sonra Asian Heritage’ın (ilişkide olduğum seyahat acentesi) ofisine gittik. Nilam’la, patron, tanıştık. Fena oğlan değil ama tabii ki sonuç olarak bir işadamı. Madan’la bizi yanlız bıraktı ve biz de bir program çıkardık. Esnek bir program. Yol aldıkça keyfimize göre değiştirebileceğiz. Nilam tekrar yanımıza geldi ve hesabı çıkardık.
Madan için şirkete 12 gün karşılığı 12 $’dan 144 $. 20 $ havaalanı transferleri. 70 $ 2 gece 3 günlük Chitwan paketi için. 37 $ Madan ve benim otobüs paraları ve 39 $ da çeşitli ziniler için olmak üzere toplam 310 $ karşılığı 206 €’ya anlaştık. 105 € peşin verdim 101 €’yu da dönüşte ödeyeceğim.
Yarın izin işleri ve Katmandu turundan sonra 5 Mayıs, Pazartesi günü trek başlayacak.
Akşam yemeğini Potala Guest House’un (otel) yakınındaki bir restoranda yerel bir yemek yiyerek hallettim. Restorana gitmeden önce 5 € bozdurup 500 Rupi ve yemek bana 20 rupi bahşişle birlikte 245 Rupiye mal oldu. Yani 2.45 € karşılığı 4.75 lira.
Yemekten önce koştur koştur Janset’lerin kaldığı otele gittim. Şans!.. Sabah dönmüşler Türkiye’ye. :-((
04.05.2008, Pazar
25 € = 2.500 Rupi
1 Kutu meyve suyu )
3 Litre su ) 140 rupi
1 Paket bisküvi )
SADU – Holy Man (Kutsal kişi. Aslında süslü dilenciden başka bir şey değiller)
RICKSHAW – Çek-çek. Eskiden insan gücü ile şimdi ise önüne takılmış bir bisiklet aracılığı ile kullanılan minyatür fayton biçiminde ulaşım aracı.
Bugün zorlu bir gün geçirdik. Araba ile bir sürü yer gezdik.
Önce SYAMBHUNATH’a gittik, aslında kafam karıştı, öyle miydi. Evet evet, Maymun Tapınağı, Budist’lerin. Ama yağmur olduğundan ortalıkta hiç maymun göremedik. Hemen hemen tüm Katmandu’ya hakim bir tepenin üstüne kurulmuş. Burası çok fazla ilgimi çekti diyemem.
Öylesine yoğun bir gün yaşadım ki inanamıyorum. Bir şeyleri görmemeyi, görsem de aldırış etmemeyi öğreniyorum galiba. Yere tükürmek kadar olağan bir şey yok. Bunda kesinlikle sınıf ayırımı yok. Herkes yapıyor, kadın-erkek. Dükkandan çıkıyor, sokağa tükürüyor ve tekrar içeri giriyor. Otobüste yanındakinin üzerinden sarkarak camdan aşağı, arabadan dışarıya… Kadın, erkek, çoluk çocuk, hiç fark etmez.
Trafik evlere şenlik. Dün gördüklerim kitabın sadece kapağı imiş. Bugün kitap bir açıldı ki tam açıldı. Bisiklet, motosiklet, rickshaw (çek-çek), araba, dolmuş, otobüs her şey herkes birbirinin üstünde neredeyse. Klaksonlar durmaksızın bağırıyor.
İşte sadece bu iki şey bana hep söylediğim ama uygulama konusunda o kadar da başarılı olmadığım bir felsefeyi kanıtladı: İnsan istemediği, izin vermediği sürece kimse onu üzemez. Dilerim yurduma döndükten sonra burada yaşadıklarımı bir kalemde silip atmam. Neden mi? Onbinlerin tantanası içinde bütün gün boyunca trafikte bir kişinin başka birisine bağırdığını veya ters bir tepki verdiğini görmedim. Trafik ışığı, polis-molis olmayan bir kentte işte bu anormaldi!.. Bizde ise buraya kıyasla ciddi bir düzen olmasına rağmen insanlar her dakika birbirine bağırıyor, kavga ediyor.
Bugün yalnızca televizyonlarda ve dostların çektiği fotoğraflarda gördüğüm bir sürü şeye birebir tanık oldum ve daha bu ikinci gün. Keyifli bir deneyime başladım…
Daha sonra eski kraliyet sarayının olduğu ve Durbar Meydanının olduğu PATAN’a gittik. Burada yaşayan tanrıça olarak bilinen Kumari Devi’nin yaşadığı Kumari Ghar olarak adlandırılan evi de gördüm. Yarım saat kırkbeş dakika sonra pencereye çıkacağını öğrendik. Ancak Madan fotoğraf çekemeyeceğimi söylediği için beklemek istemedim. Gezecek çok yer var. Kumari Devi Sakya Toplumundan 4-7 yaş arasındaki kızlardan seçiliyor. Bunlar çeşitli zorlu testlerden geçiriliyor. Metanetini koruyamayanlar teker teker eleniyor ve en dayanıklı bebecik Kumari Devi, yani yaşayan tanrıça oluyor. Bu çocukcağız ilk regl dönemine kadar bu evde yaşıyor ve kendisine sürekli hizmet ediliyor. Sultanlık tabi böylece sona erdikten sonra o da artık sıradan bir insan oluyor. O güzelim günlerden sonra kendisini ortada kalmış olarak hissediyor büyük olasılıkla. Zira genel inanışa göre eski bir Kumari ile evlenmek uğursuzluk olarak addediliyor.
Yapılar muhteşem. Olağanüstü oymacılık var. Ufacık bir alandaki detayları bile incelemek insanın günlerini alır.
Dilenciler ve satıcıların yapışkanlığı anlatılamaz. İlk gittiğimiz tapınakta ve Patan’da neyse ki pek yoklardı veya bana bulaşmadılar. Ama üçüncü olarak gittiğimiz tapınak, PASHUPATHINATH, Hindu’ların ölülerini yaktıkları yer, girişinden itibaren cak cak, çat çut sakız çiğneyip patlatan güzel mi güzel bir satıcı kız yarım saatten fazla peşimde dolaştı. Sonunda beni bezdirmeyi becerdi ve 2500 Rupiden açtığı kapıyı 500 Rupiyle kapatarak Oya’mı yeni bir kolye sahibi kıldı. Ondan satın aldığımı gören en az dört kişi daha mallarını satmak için üzerime çullandı ama bu sefer zafer benim oldu. Bir sert çıkıştım, hepsi dağıldı.
Bu tapınak çok daha ilginç geldi bana. Hindu’lar ölülerin burada yakıyor ve ortada akan Bagmati nehrine küllerini atıyorlar. Bizim orada olduğumuz sırada 4-5 tane yakma töreni devam ediyordu. Madan yakına gitmemize izin vermeyeceklerini söyledi. Biz de karşı taraftaki Sadu’ların yaşadıkları yerlere çıktık. Kutsal adam gözüyle bakılan bu sefilleri bu kadar yakından görmek gerçekten inanılmaz bir deneyim. Ama özünde bunlar da dilenci, üstelik saygı gören dilenciler. Hazırlar, hemen poz veriyorlar ve tabii hemen sonrasında da para istiyorlar. Neyse verdim… Fakat güzel de birkaç kare aldım. Tekrar nehir kenarına doğru indik. Burada maymunları görmeye başladık. Çok sevimli ama aksi yaratıklar.
Nehrin üstündeki bir köprüden ölülerin akıldığı tarafa geçtik. Ben oraya bile geçemeyeceğiz sanıyordum. Oradan da birkaç kare aldım. O da ne? Bir kapıdan içeri girdim. Madan girebileceğim söyledi. Yakma törenlerini hemen üstünde buldum kendimi. Neredeyse elimle dokunabileceğim. İşte burada çektiğim fotoğraflar gerçekten etkileyici…
Buradan BOUDHA’ya ( Bodhnath) gittik. Hava biraz daha duruldu, hatta çok az da olsa güneş arada bir bulutların arasından göz kırpıyor. Burası Nepal’deki en büyük Budist stupa. Etrafı bazı manastırlarla çevrili ama şu anda manastırdan çok dükkan ve restoran dolu. Tipik bir turistik mekan. Biz de öğle yemeğimizi burudaki restoranların birisinin terasında yedik, daha doğrusu ben yedim Madan ve şoför bir ara beni meydanda yalnız başıma rahat rahat gezebilmem için bırakmışlardı. Meğer o bahane imiş, yemek yemişler keratalar.
Bugün son olarak KATMANDU DURBAR SQUARE’e (Meydan) gittik. Burası da saray ve tapınakların olduğu bir alan. Yine muhteşem yapılar var. Ağaç oymacılığı insanı olağanüstü etkiliyor. Bir yapının her tarafında Kama Sutra’dan görüntüler oyulmuş. İnsanlar o zamanlar bile şimdiki dünya insanından daha akıllılarmış. Seksin tu kaka değil zevk alınması gereken ve bunun için de çeşitli denemelerin yapıldığı yaşamın keyifli bir yanı olduğunu görmüş o günün insanları. İçine giremediğim Taleju Tapınağı dışarıdan bile çok etkileyici idi…
Sanıyorum bugün Katmandu’da görülmeye değer hemen hemen her yeri gördüm. Biraz hızlı hızlı ama zaman darlığında başka türlüsü de olası değildi.
Bugünkü harcamalarım:
- Müze girişleri : 750 Rupi
- Yemek : 170 Rupi
- Çift Baton ve Panço (1.300 + 350) : 1.300 Rupi
- Turcu araba (25 €) : 2.500 Rupi
- İnternet : 15 Rupi
- İki Fular : 100 Rupi
Yani bütün gün bu kadar iş 4.835 Rupi’ye mal oldu. Yaaaniiii… 95 lira…
Telefon bir türlü çalışmıyor. Bir internet kafeye girip eve ancak böyle bir ileti gönderebildim. Bir daha ne zaman olur, bilemem.
Bugün hesabım doğruysa 270 fotoğraf çektim. O da biraz hesaplı davrandığım için, bellek kartlarını idareli kullanma aşkına. Bu arada Duracell reklamlarının doğruluğunu yaşıyorum bir şekilde. Bayağı uzunca bir süredir bitmedi. Emin değilim ama 3-4 kez kullandım, ki her kullanışımda en az 150 civarında fotoğraf çekmişimdir. Sanırım en az bir ay oldu şarj edeli.
Tuvalete giriyorum ve o da ne banyo penceresinden koskocaman bir lağım faresi bakıyor bana… Olamaaaaz!.. Ben ne yapıyorum burada yahu? Neredeyim ben? Anneciğiiiiim!... Ben eve gitmek istiyorum!..
05.05.2008, Pazartesi
Sabah 05.30’da kalktım ve son hazırlıkları yaptıktan sonra 07.00’de aşağı indiğimde Madan gelmiş beni bekliyordu. Onu görünce sevinmedim desem yalan olur. Dün ağzında bir iltihabi durum vardı. Ben dişten kaynaklandığını tahmin ettiğimi ve bir dişçiye görünmesini söylemiştim. Dişçi sorunun diş olmadığını söyleyerek bir iki ilaç vermiş. Ancak durum hoş değildi ben de eğer iyi hissetmezse kendi yerine başka birisini yollamasını söylemiştim. Alışmıştım çocuğa… Ondan dolayı onu karşımda görünce sevindim.
Birlikte sırt çantalarını yüklenip yürüyerek otobüsün, Grenline, kalkacağı yere gittik. Lüks olarak tanımladıkları bizim sıradan köy otobüsleri. Ancak yolda karşılaştığımız otobüsleri görünce ne kadar lüks olduğu ortaya çıktı. Şaka gibi gelecek ama içi tam anlamıyla konserve gibi doldurulduğu yetmiyormuş gibi tepesine de yolcu alıyorlar.
Şehirden çıkışımız bir alemdi. Bugün, Madan’ın deyimiyle “Kadınları Besleme Günü” imiş, dini bir gün. Bir tür kadınlara saygı gösterilen bir gün!.. Toplanma merkezi tam bizim yolumuzun üzerinde olduğundan şehir merkezinden birbuçuk saatte çıktık. Alem bir ülke… Bu hengamede dakika başı bir kaza olur diye düşünüyor insan ama adamlar mucizeler yaratıyor… Veee… Kavga yok!..
Öğle yemeği için nehir kenarında, sanki Nepal’de değilmişsiniz gibi bir ortamda durduk. Tam yemek öncesi, nazar değirdim herhalde, ciddi bir kazaya tanık olduk. Kamyonu yola yalnızca çekicisi ve tutabildiği kadarı ile parçalanan bariyerler tutuyordu. Kasanın tamamı uçurumu çıkmış durumda, boşlukta duruyordu. Müthiş ucuz atlatılan bir kaza.
05.05.2008, Pazartesi-Akşam
Şu anda duşumu almış ve şişmiş bir şekilde (sanırım biraz fazla yedim) masa başına geçtim. Hem iyiyim, hem değilim. Nedenini inanın bilmiyorum!.. Yalnızlık mı? Telefonun sorun yaratması gibi basit bir sorun mu? İnanın gerçekten bilmiyorum. Belki de dört gündür kaos içindeki kent yaşamıyla boğuşmak beni biraz bezdirdi. Sanırım nedeni bu!..
İnanabiliyor musunuz, 200-210 kilometre dedikleri yolu tam dokuz saatte aldık. Bunun sadece bir saat kadarı mola.
Üstüne üstlük çok abartılan Pokhara dünyanın her yerindeki turistik sahil kasabalarından biri. Bunu böyle yapan da Phewa Gölü ve uzunca bir caddenin tamamen alışveriş yerleri ve lokantalarla dolu olması. 500-800 metre gölden uzaklaştığınızda Katmandu’nun benzeri bir sefalet burada da gözlemleniyor.
Gerçek Nepal bu gördüklerim olamaz. Dilerim bundan sonra gerçek Nepal’i görmeğe başlarım.
Madan iyi bir çocuk, çocuk dediğime bakmayın 37 yaşında. Eeee, insan 57’sinde olunca 37 çocuk gibi geliyor J Otele yerleştikten sonra birlikte çarşıya indik. Ben arada duruyor fotoğraf çekiyor, arada bir mağazaya bakıyorum… Baktım oğlan bunalacak, dedim “Kaybolma olasılığım var mı, Madan?” “Yok…” “Eh, o zaman hadi sen kendi işine bak. Ben yalnız başıma çevreyi keşfedeyim!..” deyip ayrıldık.
Dönüşte, tam otelin sokağına gelmişken karşılaştık ve bana akşam yemeği için bir yer önerdi. Burada halk müziği ve halk dansları da sergileniyormuş. İyi dedim, oraya gittik. Danslar başladı, baktım sanki Sibel de orada dans ediyor. El insaf yani bu kadar olur. Bu kadar kısa zamanda nasıl kaptın be anam? Yetenek işte…
Doğru dürüst fazla bir şey yemediğim halde şu andaki göbeğimin görüntüsünden hiç memnun değilim. Ne kadar çabuk şişiyorum!..
Az kaldı unutuyordum… Bugün gezerken bir kobra oynatıcısı ile karşılaştım. Sinemalarda, televizyonlarda görmeğe alıştığı bir şeyi insan burnunun dibinde bulunca bir hoş oluyor. Tabii hemen kameraya sarıldım. Son sepetten orta boy bir piton çıkardılar. Çocuk kendi boynuna doladı ve bana da aynısını teklif edince nedense o anda biraz tırstım, “Yok anam, sağol” Sadece biraz mıncıkladım…
Yarına her şey çok daha güzel olacak. Sonunda yürümeye başlıyoruz. Birkaç günlüğüne de olsa keşmekeşten uzaklaşıyoruz.