BİR TATİL GÜNÜ ANKARA KALESİ’nde
23 NİSAN 2010
Günlerdir rahatsız olduğum için eve kapanmanın sıkıntısı ve sonunda kendimi iyi hissetmenin gücüyle uyandım 23 Nisan sabahı. Yanlış söylemişler, çocuk değil geçkin gezginlerin bayramıymış bu. Bu bayramda bir hediyem de oldu; Çiğdemim Mahallesi, adına uygun olarak çiğdem konulu bir fotoğraf yarışması düzenlemişti. Bu olağanüstü çiçeğin fotoğrafını bu güne kadar öyle çok çekmiştim ki zordu seçmek arasından üç tanesini. Her elediğim küstü bana… Bir daha nasıl bakacağım yüzlerine?
Neyse, önce oraya gittim ve fotoğraflarımı içeren CD’yi verdim. Keyifliyim yahu, illa kazanacak değilim ya! Hiç olmazsa sevdiğim birkaç fotoğrafı güzel insanlarla paylaşmış oldum. Ha, bu arada sevgili Tacettin Bey, hem benim eşimin hemşehrisi hem de Ankara Fotoğraf Grubu’ndan hocam, aynı zamanda bu fotoğraf yarışmasının jüri üyesi. Eh, anladınız herhalde bu yarışmayı kazanmak gibi bir derdim olmadığını. Ama bak Taco, bir kazanmayayım…
Kısa keseyim, bayram hediyem yarışmaya katılmak oldu. Geldik Kale’ye. Arabamızı otoparka park ettikten sonra, işte bu andan sonra iç huzuru ile arabamız çekilir mi, yanlış yere park ettiği için çizilebilir mi gibi saçma kaygıları bir kenara bırakarak Kale turumuza başladık. Hem de tüm gün için 5 TL ödeyerek. Ne kadar komik değil mi? Bu arada belirteyim, ne olur rastgele her yere park etmeyin ve iç kaleye, her ne kadar yasal olsa da, arabayla girmeyin. Madem sevgili yönetenlerden bir şeyler bekleyemiyoruz ki beklemememiz de gerek, her şeyin illâ yasaklanması mı gerek? Biz vatandaş olarak bazı şeyleri yapmayarak yönetenlere yol gösteremez miyiz?
Ağır adımlarla tarihsel dokuyu içimize sindirerek geç kahvaltımızı yapmak üzere Pirinç Han’a ulaştık. Her zaman bana inanılmaz bir keyif ve huzur veren bir mekân burası. Ankaralı olup da buraya bir kez bile gelmemiş olmak büyük eksiklik. Kahvaltımızı ettikten sonra ağır aksak adımlarla belki de isteksiz bir şekilde, zira gün ilerlemiş ve fotoğraf için günün en kötü saatiydi, kale içine doğru yöneldik.
Öncesinde klasik rotaya girmiş gibi davranarak birden farklı bir yola saptım. Her zaman yaptığım gibi genelin uğramadığı yollara, hatta patikalara saptık. Kiminiz bilir, ben çılgın, sonu düşünmeden basıp yola devam eden karakterlerdenim. Ama bu sefer yanımda canım vardı. Baktım çok tedirgin, daha düzgün yolların ve daha çok insanın olduğu bölgelerden yürümemiz gerek. Gözüme kestirdiğim ama biraz dik olan patikadan inmeye başladık. Patikanın sonuna beş altı metre kala, sanırım Oya’mın zorlanarak indiğini gören mahalle çocukları ki elebaşları canavar bir kızımız, Kader, hemen yardımımıza koştular. Tam da o sırada Oya’m kayıp düşmez mi? Gel de gülme! Neyse, zar zor da olsa yola indik. Çocuklar illa bize Kale’yi gezdirecekler. Kafaya koymuşlar bir kere. Hele Kader hiç affetmiyor, yakaladığı her fırsatta tarihini anlatmaya başlıyor. “Yavrum, yapma etme ben de Ankaralı’yım, hem de bu kentte senden uzun yaşamış biriyim, bırak beni, ben buraya fotoğraf çekmeye geldim.” deyince ipler iyice koptu. “Abi, benim fotoğrafımı çeksene!”, “Amca, ya benimkini çek!” yarışması başladı. Belki bu güzel canlardan kurtulur yalnız başımıza gezmeye devam edebiliriz umuduyla bir fotoğraf seansına başladık. Ne mümkün! Dünya tatlıları bizden bir şey koparmadan uzaklaşmayacaklar anlaşılan. Kaderimize razı olmuş bir şekilde ama kesinlikle para namına bir şey koklatmama kararıyla yola devam ettik.
Ben bilgilerini zorlamaya çalışıyorum, Bent Deresi’nden Kale’ye giriş yolunu bilip bilmedikleri gibi. Keratalar her şeyi biliyorlar ama bunu bilemediler. İşte o zaman yavaş yavaş güç bana geçti, “He-Man” oldum. Ama arkadaşlığımız daha da ilerledi, samimileştik.
Kader, bizi bilmediğimiz bir yerden Kale’ye çıkaracağını iddia ederek tanıdığımız yollardan ana girişe doğru götürmeye başladı. And Kafe’nin olduğu girişe yaklaştığımızda baktım, üç delikanlı sıkı Ankara havaları çalarak oynuyorlar, biraz çekingen… Hemen girdim aralarına, bir iki figür ben yaptım, onlar da mutlu ben de. Bu arada surlara iki üç adım kaldı. Girdik And Kafe önünden. Benim bu saatte burçlara tırmanmak gibi bir düşüncem yok. Işık çok kötü, tam tepeden geliyor. Ara sokaklar daha uygun fotoğraf çekmek için.
Alaaddin Camii’nin (1178) yakınındaki bakkala sevgili genç çetemizi sokmadan önce onlarla bir pazarlık ettim. “Canlarım, size yardımlarınız için çok teşekkür ederim ama ben karımla farklı yerler gezerek fotoğraf çekmek istiyorum. Kale hakkında, yeterli olmasa da bilgim var. Hadi bakalım, şimdi sizlere birer gazoz ısmarlayacağım, ondan sonra yollarımız ayrılacak. Tamam mı?” “Tamam” yanıtı üzerine bakkala daldık. Oğlanların hepsi meyve suyu alırken Kader gazozu tercih etti. Biraz rahatlamış olarak ama azıcık da buruk, sevgili yol göstericilerimizden ayrıldık. Kale’nin ve insanlarının sunduğu güzellikleri içimize sindirerek bir süre daha dolaştıktan sonra geri dönüş yoluna girdik.
Bir bakkalın önünde oturan dede ile karşılıklı birbirimizi mutlu ettikten sonra geri dönüş yolunda daha bir sürü güzellikler yaşayıp bir kahvede mola verdik. Oya limonatasını, ben çayımı yudumlayarak bugünkü Kale ziya(re)fetimize veda ettik.
Biraz önce, bu fotoğrafları* sizler için hazırlarken gün boyunca ne kadar keyif aldığımı ve iyi ki Ankaralı olduğumu düşündüm. Karelerin sonlarına doğru bir dede göreceksiniz, hiçbir şey düşünmeden ve beklemeden gidip elini öpüp başıma koymuştum. Sadece içimden geldiği için… Nasıl mutlu oldu bilemezsiniz! Bir de bana sorun, ben binlerce kez mutlu oldum.
* Fotoğraflara aşağıdaki adresten ulaşılabilir:
https://www.facebook.com/media/set/?set=a.10156779394308734&type=1&l=522625b2a8